Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinden sonra beşli görüşmelerin ilk kez gerçekleştiği Cenevre müzakerelerine 18 Ocak’a kadar ara verildi.
Yeni gelişmelerin yaşanabileceği bu süreçte Kıbrıs sorunuyla ilgili olumlu veya olumsuz fikir yoğunlaşmasının ve duygulanımların Annan Planı sonrası ortamda tavan yaptığı bir dönem yaşanıyor.
Basın büyük oranda müzakerelerle ilgili haberlere yer verirken siyasi yapılar da Cenevre’ye kulak kabartmış durumda.
Bu kulak kabartması basit bir dinleme halinden öte halka yönelik siyasi propagandaların da parçası halinde yaşanıyor.
Bir tarafta müzakerecileri “cesaretlendirme” mitingleri düzenlenirken diğer tarafta şöven çevreler sosyal medyayı da kullanarak “vatan millet edebiyatının” dozajını arttırıyor.
Öte yandan müzakerelere Uluslararası Para Fonu(IMF), Dünya Bankası gibi finans kapital kurumlarının katılımı, ayrıca Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın masadaki varlıklarının görünür hale gelmesi, sürecin “Kıbrıslılar tarafından yürütüldüğü” ve varılacak anlaşmanın da “Kıbrıslı olacağı” söyleminin kitlelere söylenen bir masal olduğunu ispatlıyor.
Peki; yarım asırdan fazla bir süredir varolan ve sürdüğü her gün yeni boyutlar kazanarak daha da komplike hale gelen Kıbrıs sorunu, şu aşamada hangi politik çerçevede tartışılıyor?
Kıbrıslı Türk sosyalistler bu sürece nasıl bakıyor?
Bu kısa yazının amacı daha önce de tartıştığımız bu konuya az da olsa yeniden değinebilmektedir.
Yeni bir noktaya varan bu sürece dair yaklaşımları incelemeye başlarsak; sağ ve barış karşıtı diyebileceğimiz çevrelerin Kıbrıs’ın kuzeyinde 74 sonrası oluşan yapıdan çıkar sağladıkları için süreçten memnun olmadıkları aşikar. Bu çevrelerin yeri geldiğinde Ankara’nın söylemleriyle dahi uyuşmaz bir şekilde ve artık kimsenin inanmadığı bir “bağımsız ve egemen devlet kktc” söylemiyle süreci baltalamaya çalıştığını görüyoruz. Cenevre’ye giden hükümet partisi temsilcilerinin ” biz hükümetiz, kimse bizi bilgilendirmiyor” isimli saçma çıkış çalışması bu anlayışın bir örneğidir. Bu çevreler dönem dönem güneydeki şöven çevrelerin pratiklerinden de istifade ederek “Rumlar barış istemez” söylemiyle görüşlerine destek bulmaya çalışıyorlar.
Öte yandan bunun karşısında duran barış yanlısı kesimlerin büyük kısmı ise süreci politik bağlamından kopararak apolitik bir barış söyleminden öteye geçemiyor. Büyük oranda sağı tiye alma ve olası bir anlaşma sonrası tüm dertlerden arınmış bir Kıbrıs sunumu yapan bu çevreler süreci kendi arzuladıkları şekilde halka sunuyorlar. Basit haliyle “Euro’ya geçeceğiz ve konuşacak dert de kalmayacak” gibi söylemlerle vücut bulan bu ciddiyetten uzak ve solla bağdaşamayacak yaklaşım, barış mücadelesini adeta sağ bir zemine sokuyor.
Apolitik bir barış mücadelesi yaratan bu kesimler Kıbrıs sorunu sanki sadece bir para birimi ya da salt uluslararası hukuğa dahil olma mevzusuymuş gibi basitleştiriyor ve sorunun Kıbrıs halklarını ilgilendiren bir çok boyutu tartışılmıyor bile.
Sokakta böyle konuşulmasından ayrı birçok barış yanlısı parti ve örgütün temsilcileri bizzat konuya böyle apolitik bir şekilde yaklaşıyor ve bir anlaşmayla tüm dertlerin biteceği tozpembe bir Kıbrıs vaat ediyorlar. Bu anlayış güneyde uluslar arası hukuka dahil olan ve buna rağmen kuzeydeki Kıbrıslı Türk yaşıtları gibi işsizlikle boğuşan binlerce Kıbrıslı Elen gencin hangi para birimini kullanıyor olduğunu göremeyecek kadar kör durumda.
Sorun sadece hukuk ya da para birimi değildir. Kıbrıs sorununun birçok boyutu vardır ve bunları özellikle sosyalistler tartışmak zorundadır.
Aksi halde konu egemenlerin sunduğu kadarıyla gün yüzüne çıkar.
Ada’nın fiziken yeniden birleşmesi, halkların kardeşleşmesi, Kıbrıslı Türklerin uluslar arası hukuka dahil olması, siyasal eşitlik, ekonomik yapı, yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi, emperyalizmin Kıbrıs’taki konumu…
Bunlar Kıbrıs sorununun boyutlarından bazılarıdır ve şüphesiz ki, süren müzakerelerde bu boyutlar tartışılırken belirleyici kıstas Kıbrıs halklarının çıkarları değildir.
Örneğin özellikle Ankara’dan gelen Kasımpaşa çıkışlarıyla sürekli haber olan garantiler konusu Kıbrıs halklarının çıkarlarına göre tartışılmamaktadır. IMF’nin ve Dünya Bankası’nın sağlayacağı söylenen kaynaklar da karşılıksız değildir. Belki şu andaki koşullar gereği ada dışı kesimlerin çıkarları müzakere masasının dışına itilemiyor. Fakat en azından sürecin bu şekilde yaşandığı üstünden müzakerelere ve olası bir plana hak ettiği kadar övgü düzmek sosyalistlerin taviz veremeyeceği bir noktadır. Sınırları egemenlerce çizilmiş olası bir anlaşmanın yaratabileceği imkanlar vardır ötesi değil.
Bu imkanlar; fiziksel bir birleşmenin sağlanması ile halkların 43 yıllık temassızlığının ortadan kalmasıyla ilgilidir. Böyle bir durum Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Elenlerin sosyo-ekonomik olarak yakınlaşmasını sağlayabilecek bir potansiyel yaratacaktır. Fakat bu durum olası yeni gerginliklere de gebe bir süreçtir. Sadece bu ihtimal dahi olası bir anlaşmanın sıkıntılardan kurtulmuş değil yeni politik imkanlar barındıran bir Kıbrıs yaratacağını göstermektedir. Dolayısıyla oluşabilecek yeni durumu değerlendirirken başta barış isteyenler süreci nesnelliği içinde ele almalıdır. Ne şöven ve faşist çevrelerin barış karşıtlığına pabuç bırakılmalı ne de olası bir anlaşma kendi gerçekliğinden koparılarak, halka kurgu senaryolar pazarlanmalı. Sosyalistlerin görevi her yeni durumda yeni görevler olduğu bilinçle yarına hazırlanmaktır ve bu hazırlık ekran başında müzakerelere kilitlenmek değil yaşamı örgütlemektir.
Ali Şahin
Bağımsızlık Yolu