Geleceğe dair iyi dileklerin sohbetlerimizde fink attığı yeni yılın şu ilk günlerinde, yarına dair temennilerden bir adım daha öteye gidersek somut olarak iyi bir şey yapmaya başlamış oluruz sanırım.
Her ne kadar “neşeli” diye tanımlayabileceğimiz bir halk olsak da Kıbrıs sorununun 40 yıldır süren varlığı ve yarattığı belirsizlik neşemizi kısıtlayan bir bir uhtedir içimizde.
Fakat neşemizin ruh halimiz içindeki yüzdeliğini düşüren etkenler günden güne artıyor.
Bunların bir kısmı yine Kıbrıs sorunu ile bağlantılı.
Ancak bir kısmı var ki; değil Kıbrıs sorunu bir anlaşma ile neticelense yok olacak, 1960 Cumhuriyeti hiç bozulmamış bile olsa ortaya çıkmış olacaktı.
Çünkü bu sorunlar 40 yıllık biricik sorunumuz gibi bize özgü değil, tüm dünyada yaşanan bir dalganın sonucu.
Neo liberal saldırı dalgasının.
Kıbrıs’ın kuzeyinde neo liberalizm üzerine tartışmalar belirli sınırlar içerisine sıkışmıştır.
Maalesef bu konuyu en çok tartışması gereken Sol da, bu sınırları aşmaktan uzaktır.
Arada sırada bazı biçimlerde sınırları zorlasa da bir iki “sınır kapısı” açmak kadar kısıtlı bir çabası var.
Adeta bir “Yeşil Hat” da, Sol’un siyasi algısında çekili.
Neo liberalizmi sadece özelleştirme diye anlayan ve bunun sonuçlarını ise yalnızca belli başlı sektörlerin el değiştirmesi olarak yorumlayan algı, günün ihtiyaçlarına herkesin gördüğü gibi cevap veremez durumda.
Neo liberalizm ekonomik olarak sadece özelleştirmeden ibaret değil, öte yandan sadece ekonomik olarak ele alıncak bir konu hiç değil.
Siyasi ve kültürel sonuçları da ekonomik boyutu kadar önemli.
Sadece bu sonuçlar oluşum sırası olarak çoğunlukla ekonomik sonuçların ardından gelişiyor.
İngiltere Başbakanı David Cameron’a danışmanlık yapmak için davet edilen Amerikalı siyasetçi Lawrence Mead şöyle diyor:
“Hükümetler, kendilerini suçlamaları konusunda halkı ikna etmeli.”
Bu mantık neo liberal siyasetin halka nasıl baktığını gayet güzel gösteriyor.
İşsizseniz kendinizi suçlamalısınız çünkü beceriksizsiniz!
Daha yüksek maaşı, iş güvencesi ve soyal hakları olan daha iyi bir iş arıyorsanız, tembelsiniz!
Hasta olduğunuzda hastaneye gidecek paranız yoksa bu sizin suçunuz!
Çocuğunuza iyi bir eğitim sağlıyamıyorsanız iyi bir ebeveyn değilsiniz ve bu yine sizin suçunuz!
Kısacası, ne hükümetlerin ne de patronların hiç ama hiç suçu yok!
Tek suçlu sizsiniz!
Hayatın fırtınalı denizlerinde batmadan kalmak istiyorsanız iyi bir kaptan olmaslısınız yoksa denizin dibini boylarsınız ve bu sizin beceriksizliğinizden kaynaklıdır.
İşte bu bizim için istenilen toplum modelidir.
R.T. Erdoğan bizi boşuna “besleme” diye suçlamıyor.
Ama sanmayın ki, yalnızca kktc ve TC arasındaki ilişki yüzünden bu hakkı kendinde buluyor.
Almanya Başbakanı Angela Merkel de “siestacı” diye Yunanlıları suçluyor.
Yaratılmak istenen kültürel ortam bu.
O yüzden korkmayın istisnai özelliklerimiz olmakla birlikte yalnız değiliz!
Bu gidişata karşı örgütlenmeyesiniz diye elinden her geleni de yapıyor egemenler.
Örneğin neo liberal ekonomik aklın örneklerinden biri olan taşeronlaştırma, ilk olarak solda konumlandığını iddia eden bir partinin belediyesinde uygulamaya sokuldu.
Hem de büyük övgülerle.
Peki taşeronlaştırma neye sebep olur, yalnızca basit bir “hizmet alımı” mıdır?
Taşeronlaştırma ve benzeri uygulamarla en başta çalışanların birliğine bir darbe vurulur!
Aynı işyerinin içinde farklı işverenlere sahip olan çalışan gruplar oluşur ve bu durum çalışanların işverene karşı birleşmesinin önünde büyük engel teşkil eder.
Devlet hastanelerinde farklı farklı işverenlerle muhattap olan çalışanlar bunun bariz örneğidirler.
Öte taraftan aynı işyerinde aynı işverenle muhattap olsa dahi farklı statülerde bölünen çalışanlar da çalışanların birliği anlamında çok güç bir durum yaratmaktadır.
Bugün göç yasası sonrası istihdam edilen kamu çalışanları da bu durumun örnekleridir.
Özel sektör çalışanlarında ise durum en beteri.
Esnek yani düzensiz bir çalışma saati olmayan çalışma biçimleri piyasanın gereği olan “profesyonellik” olarak sunuluyor.
Bir telefon ya da mail ile gönderilen talmiatlara göre evden yada işyeri dışından hizmet sunmanız isteniyor.
Saatın gecenin bir yarısını ya da günlerden hafta sonu olması bir şeyi değiştirmiyor.
Dedik ya piyasa fırtınalı bir deniz ve batmamak için iyi bir kaptan olmak zorundasınız.
Tüm bu süreçte aile desteğiniz varsa bugün için şanslısınız ama yarın ne olur bilinmez!
Zira ebeveynlerimizin yaşadığı emekilik deneyimi ufukta görünmüyor. (Zaten bugünün gençlerinin aile desteği olmadan ayakta durması nerdeyse imkansız.)
Öte taraftan siyasi atmosfer nasıl?
Fikirler bir tarafa atılmış, “profeyonel siyasetçiler” bir marka gibi sunulmaya çalışılıyor.
Kimisi genç, kimisi kadın, kimisi tecrübe!
Peki kimin çıkarları için çalışacaklar, fikirleri ne?
Siyasetsiz siyaset revaçta bu aralar.
Ancak süreli olarak tarafsızlığı yada çok taraflılığı öğütleyen bu algının pratiği ne hikmetse hiç halkın çıkarına gelmiyor!
Günün sonunda bir “ekonomik akıl” çıkıyor her şey bulamaç oluyor.
Peki bu karanlık ortadayken emek hareketi ne alemde?
Partilerden, sendika ve diğer demokratik kitle örgütlerine kadar Sol genel olarak bu yeni koşullara adapte olamamış durumda.
Sendikalar 1980/90’ların örgütlenme ve mücadele biçimleri ile sınırlı.
Özellikle işçi kesimi üretimden koparılmanın da etkisiyle, geçmişin aksine özel ve küçük çaplı işletmelere kayarken genelde devlette örgütlenmeye alışıkın sendikalarımız emekçilerle temas kuramıyor.
Bu şekilde özel sektörde çalışan genç emekçiler için sendikalar, kamuda çalışan eski nesillerin imtiyazlarını koruyan birlikler olarak görülüyor.
Öte yandan, özelleştirme hemen hemen her kurumun önünde bir tehlike olarak durukken sendika yönetimleri x parti, y müdür ile flört ederek bürokratik yöntemlerle mücadele etmeye çalışıyor.
Partiler ise daha beter!
Kitlesel olan merkez sol partiler mevcut saldırılara karşı bir iki cilalamadan öte bir iki pratik ortaya koyamıyor.
Pratikleri şekilsel değişiklik dışında ortaya bir farklılık koyamadığı için aksine Sağ’a puan kazandırıyor.
Radikal sol parti ve örgütler ise dar gruplara sıkışarak slogan siyasetinden, yada bazı dönemlerde parlayan bir biçimden öteye gidemiyor.
Bir anlamıyla sendikların yaptığını radikal sol örgütler de kendi pozisyonuna göre yapıyor.
Daha yazılabilecek çok konu var ancak bu kadar örnek yeter.
Şimdi esas soruya gelelim; bu karanlık tablodan nasıl çıkarız?
Bunu başka bir yazıya bırakalım, fakat şunu peşinen söyleyelim ki; çıkış için hazırda bir reçete yok.
Çıkışı yöntemini mücadele içerisinde bulabiriz.
Ancak bir sorun olduğunu kabul etmeden o sorunu çözemeyiz.
Bu yüzden Sol için bazı şeylerin pek de yolunda gitmediğini kabul etmek çözüm için ilk adım olacaktır.
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.