Yalanla ilgili söylenecek en yalansız cümle insan işi olduğudur. Bir yalanı iş sahibi yapacak şey o yalana inanacak bir ikinci kişiyi bulmaktır. Üçüncü kişi bulunduğunda istihdam sahibi bir yalan olur. Dördüncüsünde hiçbir güvencesi olmadan sürekli çalıştırılan ve bir inşaatın dördüncü katından düşürülürken pause düğmesine basılıp hayatın seyrinden çıkartılan ve artık piyasada durmadan dolanan ve artık birincisinin bile ne dediğinin pek umursanmadığı bişey olur yalan. Ve beşinci kişiye geldiğinde artık serbest dolaşan ve fazlasıyla vurdumduymaz olan bişey olur. Ve altıncısına geldiğinde artık örgütlü olur yalan. Ve -hayır bu yalandır diyecek kişiye- bu da her şeye bir şey bulur ha, muhalefet olsun diye muhalefet yapmayın haline evrilir. Ve yedinci kişi bulunduğunda artık bir meyhanede oturan ve kendi yalanına öz çekim yapan ve fazlasıyla yerçekiminden uzak ama insan algısına salıncak yapıp bir ileriye bir geriye doğru sallayan bişey olur yalan.
Örgütlülük iyi midir kötü müdür, bence öz çekim fazlasıyla selfiedir, bence en büyük örgütlülük Mark Zuckerberg’in büyük yalanıdır, evet, daha fenası ki örgütlü yalan söylemektir. Söylemeyiniz ve yalanlarınızı tokuşturmayın.
Yalan, insanın üzerine yakışanı giymesidir, bilirsin. Bir gün bıyıklı olur, bir gün bıyıksız. Bir gün takkesini takar kafasına, bir gün mini etekli çıkar karşına, gün gelir simsiyah giyinir burnu gözükür sadece, gün gelir kalpaklı çıkar karşına. Öyle deme, daha eksik bile yazıyoruz, bu topraklar kilisenin çanı ile caminin şerefesinin, Akdeniz’in bu yüzen gemisinde, lordlar kamarasında beraber seyahat ettiğini de gördü. Bak inanır mısın yeşilden yeşile ton var, tonlarca söylenmiş yalan var. Bir gün askere selam durdu, bir gün bismillah deyip kurdele kesti, bir gün tenis kortunda oturdu, bir gün kuran kursuna çocuklarını yolladı, ah keşke, ikametgâhı anavatanında olsaydı da oyunu da verseydi dedi. Ama yeşil de öyle değil mi, yeşil insanın sömürgesine benzediğini giymesidir.
Yalanın en büyük panzehiri hafızadır ve isterler ki hatırlama. Bazısı istiyor ki, ne kötü, başka bazılarına benzemediğini sanıyor ya, hani kızdığına benzediğini bilmiyor ya, o nasıl istiyorsa hep öyle hatırlayalım. Yok abi, o öyle değil dediğimizde, sanki resepsiyona yalnızca ceketimizi değil aklımızı da bırakalım gibi, onlar nasıl istiyorsa öyle hatırlayalım istiyorlar. Abi bu ceket benimki değil? Burası orası değil ki. Otur kardeşim, artık meyhanedeyiz. Ne zaman geldik? Çook uzun zaman oldu ama bir saniye kadar önce. Yapma ya. Amma da içmişim. Yani istiyor ki, en tehlikelisi, kendi inandığı yalana inanalım. Güzel kafa. Ne içiyorsanız, diğerinden!
Bence sizin müdür size en büyük yalanı söylüyor. Sizin işinizde o yalan söylemiyormuş gibi yapmak için kamerayı durmadan başka tarafa çevirmek. Mizah bazen karşı durmaktır bazense kılıf bulmaktır, ikisinde de güldürür, ve güldürmek önemli değildir, çünkü bilirsin ‘komik zekâya hitap eder, yalnızca zekâya.’ Efendim, biz müdüriyete verdiğimiz her şeyden sorumlu değiliz ki, çünkü bizim yalan söylemek için uydurduğumuz şeylerimiz yok ki. Ve bence insan, yedi kişi on yedi kişi yüz yirmi yedi kişi, isterse meyhaneye isterse bakanlığın önüne gitsin, yalnızdır. Bir yalnızlığıysa insan eden tek şey, inançlı bir insan gülümsemesine duyduğu güvendir. Nasıl büyür ki bir insan? Hem yalnız hem kalabalık? Nasıl aşk eder ki sonucunda bir sevmenin? Sebebi nedir bir ölmenin?
Bazen yedi kişi, bazen yedi yüz bin kişi, ne fark eder ki? Bir aile ya da bir ülke ettiğinde de ne değişir ki? Bir sürü insanın, birbirine gerçek diye uydurduğu bir sürü yalanı durmadan tekrar ettikleri, kendi aralarında dolaşıma soktukları, yeri geldiğinde tedavülden kaldırdıkları ve herkese inandırdıkları ve alıp sattıkları şey midir örgütsüz duran? Bir yalan ancak bir sürüden ayrılıp bütün samimiyetiyle konuşulmaya başladıktan sonra gerçek olur. Bunun için birden çok, ve kalabalık, ve birbirine benzemeyen ama aynı yalana itiraz eden, ve en çok sokak aralarından, ve tabi meyhanelerden, rakıya kardeş biraya arkadaş ellerden, meydanlardan ve burnu sümüklü kara yağız çocuklardan ve bir inşaatın beşinci katından düşerken pause düğmesine basarak değil o yalanı oynatarak ve o yalanı sorgulayarak ve o yalandan ve yalancılardan hesap sorularak verilir. Yoksa hesabı nerede ödediğinin bir anlamı yok, ha meyhanede, ha bakanlığın önünde.
İnsan en çok aksine benzer. Yalan, kıvam ve unla karıştırıldığında bir tat olur, yalan da bir tattır, ve insan o yalanı bir kez tattı mı, bütün tatları öyle sanır. Ah canım kardeşim, biz senin bildiğin tatlardan değiliz. O yüzden ne zaman yazsak, konuşsak, ne zaman sana karşı dursak ağızda bir tatsız acı tat bırakırız, tarihsel bir tat, senden önce de vardı, benden önce de, bizden önce de ve sonrasında olacak. Müdür arıyorsan, ki hiç üstüme alınmadım, müdürle tanışmışlığım bile yok ki, hem bizde bilirsin -eski tat- herkes işçidir, ve müdür sevmeyiz ki. Ve hani, örgütlü bir yalana sos edip unla karıştırıldığında dahi (ki dahi anlamındaki bütün de’ler Ledra Palas’tan o yana düşer, ki bazen bir meyhanenin içinde dahi) yeşil etmediğini bildiğin halde, sanki bir tek yeşilin kabahati yokmuş da başka kıvamların kabahati varmış gibi yapıyorsun ya, hah işte bil ki o yalan sekizinci arkadaşına da ulaştı. O sekizinci arkadaş da zaten durmadan Mark Zuckerberg’in beğen dediği yalana tuş diye basacaktır ki, yalanın da istediği budur, gerçeği tuş etmek.
Ha bir de, resepsiyona bıraktıktan sonra aldığımız şeylere de hafıza diyoruz. Ve hafıza tuş edilmediği zaman yalan kaybedecektir. Bir meyhanede de, bir bakanlığın önünde de. Ve ister yedi kişi, ister yedi yüz kişi, ister yedi yüz bin kişi, ister yedi milyar kişi.
Ali Doğanbay