Bu Yeşilçam repliğini daha önce Kıbrıs’ta pankart yapılıp taşınmışlığı vardır. Bugün su meselesi ile ilgili yaşananalar bana o pankartın hikâyesini hatırlattı ve sözünü tekrardan söyleme ihtiyacını hissettirdi.
Pankart, benim de aralarında bulunduğum 6 kişi, 19 Temmuz davası olarak anılan davada yargılanırken Baraka tarafından mahkeme önünde açılmıştı. Hakkımızdaki iddia “polisi darp” ve “görevinden men” olarak yazılmıştı dava metninde. Davanın gerçek nedeni bu değildi elbette. “Suçumuz” Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıslı Türklere besleme diyerek ekonomik dayatmalar ile saldırdığında, bir de üzerine fatihmişçesine adamıza geldiğinde sokakta onu rahat bırakmamış olmamızdı.
Bundandır ki o gün 100’lerce onurlu eylemci arasından 6 kişi yakın tarihimize damgasını vuran bir polis şiddeti içinde darp edilip gözaltına alındık. Bu da yetmedi, ardından hakkımızda dava açıldı. Öyle ya nasıl olur da Tayyip’e kafa tutmaya çalışırdık. Dava, sanırım 2012 senesinde görülmeye başlandı. Bu pankart ise 2013 senesinde, belki de davanın onuncu duruşması gerçekleşirken mahkeme önünde açıldı. Pankartın muhatabı bizlere davayı açanlar ve hakkımızda mahkeme salonunda iddialarda bulunan polislerdi.
Polis memurları mahkemede savcılığın tanığı olarak aleyhimizde ifade veriyor, neredeyse her polis ifadesi bir önceki ile çelişiyor, yalanlar ortaya saçılıyordu. Gayet iyi hatırlıyorum, polisler ifadelerini verirken zorunlu olarak bulunduğum sanık kürsüsünden ifade veren polislerin gözlerinin içine bakmaya çalışırdım. Nefretle değil, biraz şaşkınlık, biraz acıma ama en çok da merakla bakardım gözlerine. Merak ediyordum, halkına hakaret eden, senin yok oluşunu hazırlayan bir güç ile işbirlikçiliği içinde olmak insanın gözlerine nasıl yansırdı diye. Açıkçası bu merakımı hiç gideremedim; hep gözlerini kaçırdılar benden. Buna biraz da mutlu olmuştum o dönem, en azından gözlerime baka baka yalan söyleyecek kadar onursuz halde değillerdi.
Bu pankart 2013’ün Ekim ayında açılmıştı, öncesinde ve sonrasında farklı eylemlerde gerçekleşti mahkeme önünde, 2014’ün sıcak bir Eylül günü mahkeme maceramız sona erdi; mahkemenin kararı 6’mız için de beraat etmemiz yönünde oldu. Okunan karar metni, üst düzey polis görevlilerinin ifadelerindeki tutarsızlığa ve çelişkilere de dikkat çekiyordu. O günkü duygulanımı tarif etmem mümkün olmaz sanırım. Ardından ise bizleri darp eden ve darp emrini verenler aleyhine davalarımızı açtık. Davalar henüz sürüyor, ama bizim masumiyetimiz, işbirlikçilerin ise yalanları artık mahkeme tescilli.
CTP’nin geçtiğimiz gün su meselesi üzerinden AKP ile anlaşmalarının ardından hazırladığı sosyal medya reklamları ve takındıkları muhalefeti suçlayıcı tavır bana bu pankartı ve onun üzerinden de 19 Temmuz davası sürecini hatırlattı. Suyu özelleştiren ve suya ödenecek bedel ile ilgili halka hiçbir bilgi vermeyen / bilgisi olmayan CTP, hem “suyu bizim yöneteceğimiz” yalanını ve daha fazlasını metin ortada olmasına rağmen söylüyor, hem de bu anlaşmaya karşı olan, halka gerçekleri ulaştırmak için uğraşan Su Platformunu “ucuz kahramanlık” ve CTP’yi yıpratmakla suçluyor. Hem de dava sürecindeki işbirlikçilerden trajik bir farkla yapıyor bunu CTP; gözlerimizin içine baka baka.
19 Temmuz davasında yargılananlar olarak tüm yalanlara rağmen 3 senelik bir hukuk ve sokak mücadelesinin ardından beraat ettik. Şu an ise bu yalanları söyleyenler ve söyletenlerin yargı süreci başlıyor. CTP, bugün istediği kadar muhalefete suç atabilir, yalan söyleyebilir, ama unutmamalılar ki gerçeklerin inatla, yılmadan savunulduklarında ortaya çıkmak gibi “kötü” bir alışkanlığı vardır.
Mustafa Keleşzade
Bağımsızlık Yolu