Sartre ve varoluşçuluk. Birini diğeri olmadan düşünmenin kolay olmadığı ikililerden biri daha. Sartre ve onun varoluşçuluk felsefesi hakkında, olumlu ya da olumsuz, söylenebilecek tonlarca söz var bu yazının sınırlarını ve bu yazıyı yazanın bilgilerini katbekat aşan. O yüzden, gelin Sartre felsefesinin ve aynı zamanda da varoluşçuluk felsefesinin merkezi konumunda olan kavramlardan birine, “özgürlük” kavramına odaklanalım. Bu işe dalmadan önce, bu işi seçme nedeni üzerine kısaca birkaç söz söylemek elzem : Kapitalizmin ideolojisi, özgürlük ve eşitlik arasında yapay bir ikilik kurmakla kalmaz, bu ikiliğin birbirine dışsal, zıt ve hatta düşman olduğu inancını durmaksızın yeniden üretir. Pek çok tartışmaya da damgasını vurmuştur bu ikilik ve pek çok kimse, böyle bir ikiliği ve bunların neden bir çelişki içinde ele alındığını sorgulamadan, doğrudan bu ikilik arasında bir seçim ve değerlendirme yarışı içinde kaybolup gider. Halbuki özgür olmayan bir insan eşitliğin tadını nasıl çıkarabilirdi ? Peki ya eşitsizliğin sefaleti, güçsüz kılmaz mıydı özgürlükleri hayata geçebilmeleri yolunda ? Özgürlük bir şiirdir, eşitlikse şair : şairsiz şiir yoktur, şiir söylemeyen bir şair ise yok hükmündedir. Kapitalizm bize, iki kez tokat atar : birincisi, bize “özgürlük için eşitlikten fedakarlık etmemiz gerektiği” inancını aşıladığı için; ikincisi, uğruna fedakarlık etmemizin istendiği özgürlüğün dahi yapay, biçimsel ve komik bir özgürlük olduğundan dolayı. Gelin şimdi Sartre’ın özgürlük anlayışına göz atalım.
Sartre, “insan özgürlüğe mahkumdur” der. Kocaman bir paradoks gibi görünür bu söz ilk başta : insan aynı anda hem özgür hem mahkum nasıl olabilir ? İnsan, özgürlük gibi bir şeyle, nasıl mahkumiyet gibi bir şey aracılığıyla ilişkilenebilir ? Pek çoğumuzun kafasında “özgürlük”, basitçe, engellerin olmaması demektir. Ancak engel denilen şey, illa ki karşımıza dikilen koca duvarlar değildir. Örneğin, herkesin güzel, konforlu ve barınma ihtiyacını her yönüyle karşılayacak evlerde oturma özgürlüğü vardır. Anayasamızda “bazı insanların evinin olması yasaktır” denmez. Bu anlamda, özgürüzdür. Ancak bırakın ev sahibi olmayı, bazen bir evin kirasını düzenli olarak karşılayacak kadar dövizimiz yoksa, barınma ihtiyacımızı bile karşılayamayabiliriz. Yani özgürlük; bir istek, talep ya da arzu önündeki, basitçe, görünür engellerin ortadan kalkması değil; o istek, talep ya da arzuya ulaşmak için gerekli araçların elimizde bulunmasıdır. Bu araçlar da, içinde bulunduğumuz sınıflı toplumlarda, ancak küçük bir azınlığın elinde bulunur. Geri kalanlarımız, bu amaçlara ulaşmak için, büyük bir bedel ödemek zorunda bırakılırız : Emeğimizi, değersiz ve güvensiz koşullarda satmak zorunda olma bedeli; ya da şairin dediği gibi, bir ömür yaşamak için, bir ömür harcama bedeli. Liberalizmin, “görünen engellerin olmaması” anlamındaki yetersiz özgürlük anlayışına karşı, yapısal anlamdaki engellerin kaldırılması ve bu çerçevede, yapabilme gücü ve araçlarıyla donatılmak anlamındaki özgürlüktür gerçek özgürlük.
Sartre, tam da bu noktadan, liberal özgürlük tanımının eleştirisinden başlar; ancak özgürlüğe ilişkin kendi tanımı, yani özgürlüğün bir mahkumiyet oluşu, sınıflı toplumlarla sınırlı değildir, insan türüne ilişkin genel bir yaklaşımdır ona göre. Sartre, militan derecede bir ateist olarak (ki bu yüzden, zamanının Fransa’sındaki Katolik çevrelerden çok çekmişliği vardır), evrenin ve dolayısıyla dünyanın, bir yaratıcının ürünü olduğunu düşünmüyordu. Bu sebeple de, hayatın önceden belirlenmiş bir anlamı yoktur. Daha da trajik olan, insan, doğmayı asla kendisi seçmez; bir anda kendini hayatta bulur. Sartre’a göre insan, önceden belirlenmiş bir anlamı ya da amacı olmayan bir dünyaya/hayata, kendi seçimi olmaksızın gelir. İnsan, önceden belirlenmiş olmayan bir hayata doğduğu için özgürdür, ancak, bir diğer varoluşçu filozof Heidegger’in deyişiyle, kendi iradesi dışında “fırlatılmış” olduğu bu hayatı yaşamak ve tüm seçimleri de –önceden kendisine sunulan bir anlam olmadığı için- kendisi yapmak durumunda olduğundan da, bu özgürlüğe mahkumdur (hayatını sonlandırmak isteyen bir kişi, böyle bir seçim vermek durumunda olduğundan, intihar da özgürlüğe mahkumiyetin sınırları dahilindedir). Sartre, özgürlüğün bir yük ve sorumluluk, hem de gayet ciddi bir sorumluluk olduğunu dile getiren yaklaşımıyla liberal özgürlük anlayışına kocaman bir darbe vurmakla birlikte, tek tek bireylere/öznelere atfettiği, karar almadaki mutlak sorumluluktan dolayı, nesnel sınırlamaları/engelleri göz ardı ettiği ölçüde, liberal bireycilik ve özgürlük nosyonunu da yeniden üretir (“Cehennem başkalarıdır” der Sartre, ve “atomize edilmiş bireyler topluluğu” anlamındaki liberal toplum anlayışını olumlar). Marx, “insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar” demektedir. İşte Sartre, bu cümlenin sadece “insanlar tarihlerini kendileri yaparlar” kısmını almış, ve özgürlük nosyonunu bu yaklaşım üzerine kurmuştur. Bir kişinin karar alırken, bir başka kişiye danışması örneğinde dahi, danışılan kişiden etkilenme olasılığını sıfıra indirir Sartre : kişi, kararlarını tamamen kendisi ve kendi inisiyatifiyle alır, bir başka kişiye danıştığında, aslında tek yaptığı şey, zaten almış olduğu kararına bir dayanak oluşturma çabasıdır. Danışacağımız kişiyi de ona göre belirleriz zaten.
Sartre 1964 yılında kendisine verilecek olan Nobel Edebiyat Ödülü’nü almayı reddeder ve reddetme gerekçesini açıkladığı mektubunda şöyle der : “İmzamı “Jean Paul Sartre” olarak atmakla, “Nobel ödüllü yazar Jean Paul Sartre” olarak atmak aynı şey değildir. Bir yazar, bu en onur verici bir biçimde olsa bile, kendisinin bir kurumun içine doğru dönüşütürülmesini reddetmelidir.”
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu üyesi
*Bu yazı daha önce Argasdi dergisinin 40. Sayısında yayınlanmıştır.