Kıbrıslı Türk halkının tarihi, aslında halk olarak varolamamanın uçurumundayken halk olmaya çalışmanın tarihidir…
Osmanlı’nın tebaası, Britanya’nın kulu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin azınlığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin “alt yönetimi”…
Osmanlı döneminde zaten feodal bir cemaat olarak yaşamış, hatırı sayılır bir azınlığı idari/askeri/tarımsal yönetici –ve elbette işbirlikçi- sınıf erbabı ve çoğunluğu Osmanlı’nın amansız sömürüsü altında ezilmiş ve dini kimliklerle tanımlanmış bir kitle (ki bu kitle, Ortodoks cemaat ile ilişkisi düşünülmeksizin asla doğru düzgün tarif edilmeye müsait olmamakla birlikte, bu yazıda bu faktörü görmezden gelelim)…
Britanya döneminde, üst sınıfları doğrudan İngiliz işbirlikçisi (ki geç Britanya sömürgesi döneminin Kıbrıs’taki Kemalistleri de, Kemalist Türkiye devletinin “İngiliz dostu” politikasına bağlılık ekseninde aynı işbirlikçiliği sürdürmesi), yeni oluşmaya başlamış işçi sınıfı, küçük üreticiler ve zanaatkârlar ise, Ortodoks sınıf ortakları ile, belki de Kıbrıs’ın tarihinde ilk –ve son kez- politik anlamda bir “Kıbrıslı ulusu” yaratmaya çok yaklaşmış olmalarına rağmen çoğunlukla nesnel biraz da öznel koşullardan dolayı –ülkeyi terk etmek zorunda kalmaya hatta katledilmeye varan bir- başarısızlığa uğramış…
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 3 yıllık ‘ortak’ deneyiminde ve 63-74 arası dönemde ise, üst sınıftan tüccar-politikacıları bir yandan “ayrı çarşı” politikası peşinde koşup zenginliklerine zenginlik katarken öte yandan da kendi “mıntıkalarındaki” siyasi gücü Kıbrıslı Elen liderliğine karşı koruyabilmek için sırtlarını Türkiye’ye yaslayan doğrudan işbirlikçi bir politika güderken, ezilenler ise gettolarda –ya da biraz şanslıysalar daha düzgün barınaklarda- tam bir “fiziksel varoluş mücadelesi” veriyorlardı…
Not düşmek gerekir ki, azımsanmayacak sayıda kişinin idealize ettiği ‘ortak’ Kıbrıs Cumhuriyeti hiçbir zaman ‘ortak’ bir devlet değildi ve bundan Kıbrıslı Türk ayrılıkçı liderliğinin etkisi kadar –ve hatta ondan daha fazla- Makarios önderliğindeki Kıbrıslı Elen liderliğinin asla –bir azınlık olarak gördükleri- Kıbrıslı Türklerle bölüşmeyi akıllarından bile geçirmeyeceği –gittikçe güçlenen- bir politik/idari aygıttı ve onun gittikçe “saygın” ve güçlü bir aygıt olmasındaki iç faktör yükselen Kıbrıslı Elen burjuvazisi (çünkü kapitalist toplumlarda devlet, burjuvazisi kadar güçlüdür), dış faktör ise, Makarios’un –ideolojik olarak değil ama stratejik olarak mecburen- NATO’yu karşısına alıp Bağlantısızlar ve Sovyetler tarafından –en azından diplomatik anlamda- desteklenmesiydi…
Kıbrıs Cumhuriyeti, varsayalım ki tüm dış faktörlerden bağımsız olarak yaşamını “mutlu mesut” sürdürebilseydi, elbette Türk milliyetçilerinin zannedildiği gibi Kıbrıslı Türkler bir soykırıma tabii tutulmayacaklardı ancak, sadece, o devletin içinde –muhtemelen pek çok kimliksel/idari/özyönetimsel/demokratik ve ekonomik haktan yoksun- bir azınlık olarak yaşamlarını sürdüreceklerdi…
74 sonrası ise, her ne kadar NATO güdümündeki Türkiye’nin işgali sonucu adanın ikiye bölünmesi sonucu olsa bile, Kıbrıslı Türkler -ne yazıkki bu sefer Kıbrıslı Elenlerle ortaklaşa bir biçimde olmasa bile- yeniden, politik bir topluluk anlamında halk olma zeminine sahip oldular; ancak bu, Türkiye’nin gölgesinde, hem de ne gariptir ki, güneş olsun ya da olmasın her zaman en uzun haliyle duran o gölgenin altında –ve çarpık bir şekilde- gerçekleşmeye mahkûmdu…
Bu mahkûmiyetin sebebi de, Kıbrıslı Türklerin “buna müstehak” olması değil, 74’ten sonra gerek ganimetin gerekse de hem üretememenin, hem de var olan üretimden de koparılmış olmanın getirdiği “köksüzlük”tü…
Bugün sahip olduklarımız, büyük çoğunlukla, bir mücadelenin değil ancak nispi, yapay ve “biz”den sonuçlanmamış bir refahın getirisiydi…
Zaten bu yüzden pamuk ipliğine bağlıydı ya “en kıymetlilerimiz” bile…
Mesela değişmez değerimiz barış, Türkiyeli bir yetkilinin iki dudağı arasından çıkan sözcüklerle “iki devletli çözüm”e dönebiliyordu ya da bu ada üzerinde kalıcı olabilmenin tek yolu olarak gördüğümüz birleşik Kıbrıs’a dair “müzakereler”, kuzeydeki ‘komşu’muzun kafasına esti diye savaş gemileri yollamasıyla ya da güneydeki ‘komşu’muzun sanki o savaş gemilerini biz yollamışız gibi bize küsüp darılmasıyla ortadan kalkabiliyordu…
Mesela o övüne övüne bitiremediğimiz demokratik değerlerimiz, 2011 Temmuz’unda Erdoğan adaya gelince bir anda olağanüstü hal koşullarının uygulanmasıyla ayaklar altına alınabiliyor ya da omzunda yıldızlar kalbindeyse zehirli oklar bulunan bir polis müdürünün “bundan sonra böyle, günün anlam ve önemine göre” restiyle ayaklar altına alınabiliyordu…
Ganimet hiç bitmeyecek sanıp, bundan beslenen koca bir kitlenin adını da “orta sınıf toplumu” olarak koyduğumuz bu düzen de ayaklarımızın altından ağır ağır çekilirken, en çok da gençlerin ayakları en hızla kaymaktaydı…
***
Varolmak dayanılmaz bir ağırlıktır bir halkın üzerinde, ve hayattaki en hafif şeylerden biri, pamuk ipliğidir.
Celal Özkızan
Baraka aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.