Ülkemiz Solunun Ahlakçılıkla İmtihanı – Abdullah Özdoğan

“…İster şöyle düşün, istersen böyle

Önce ekmek gelir, sonra ahlâk…”

Bertolt Brecht

Başbakan Yardımcısı Ekonomi ve Enerji Bakanı Erhan Arıklı’nın meclis kürsüsünden sarfettiği: “vefa borcum vardı, ben atadım oldu” sözleri birden bire tüm ülkede en önemli gündem maddesi oluverdi. Hemen ardından sosyal medyada Arıklı’ya karşı bir “ahlaki çökertme operasyonu”nun başlaması ile keskin bir kutuplaşmanın oluştuğunu da görmekteyiz. Bir tarafta meclis içi ve meclis dışı muhalefet diğer tarafta Arıklı’yı savunmayı görev edinmiş insanlar.

Peki böylesi bir kutuplaşma kimin işine yarayacaktır? Sınırları sağcıları da solcuları da kapsayan bu ahlakçı yaklaşım, etnik köken üzerinden siyaseti rehber edinmiş YDP’yi ve ülkeyi sosyal patlamalara sürükleyen UBP’yi nasıl etkileyecektir?

Sanırım bu iki sorunun, mevcut kutuplaşmayı safça mahkum etmeden ya da yüreklice yüceltmeden yanıtlanması önümüzü açabilir.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var: ahlaksızlıklara ve haksızlıklara karşı, onları yaratan ya da normalleştiren maddi temelleri ele almaktan uzak bir bir mücadele hattı, ancak hurafelerin ve komplo teorilerinin işlevselliğini artmasına yol açar. Sol adına siyaset yapanlar, özde yatan maddi temellere müdahaleden uzaklaştıkça, sağcıların dillerinden komplo teorileri yayılır ve ekonomik koşullar sebebiyle zaten psikolojisi bozulan halkta paranoyaya varan şüpheler alır başını gider.

Bugün Arıklı’nın çoğunluğu güvencesizlerden ve yoksullardan oluşan tabanı, Mecliste CTP milletvekili Şahali’nin çıkışlarını “bizler Türkiye kökenli olduğumuz için böyle yapıyorsunuz” şeklinde okuyorlar. Tabi ki bu yanlış okumanın sebebi  Mecliste Arıklı’ya çıkışan CTP Millet Vekili Erkut Şahali değildir.

Ama yıllardır neo-liberal uygulamalara -sosyal güvenceleri ortadan kaldıran- emekçilerin çıkarları doğrultusunda gerekli karşı duruşu sergilemeyen partisi CTP ve diğer sol unsurlar (partiler-örgütler) maalesef halkta sola karşı güvensizlik yaratmıştır.

Bu ve buna benzer bir takım  başka etkenlerden ötürü politik güç kaybına uğrayan sol siyaset, hegemonya mücadelesini hızla geriye düşüyor.

Benzer bir durum kamu çalışanları ile özel sektör emekçileri arasında yaşanan suni kutuplaşmada da karşımıza defalarca çıktı. Özel sektördeki sendikasız, örgütsüz, güvencesiz çalışma koşullarını dikkate almadan, kamu çalışanları da defalarca ahlaken çökertilmeye, haklı talepleri görmezden gelinmeye çalışıldı. Neticede kaybeden bir bütün olarak emekçiler ve emek hareketi oldu. Bu tek tip sosyal güvenlik yasası hayata geçerken de, göç yasası hayata geçerken de, maaşlardan ve ek mesailer üzerinden kesintiler yapılırken de böyle oldu. Dahası bu hengameden yararlanan ultra zenginler pandemide hiçbir bedel ödemeden, servetlerine servet eklediler.

.

Yakın geçmişte “Karantinasız girişlere hayır”, “devlet eliyle karantina” diyerek greve çıkan kamu sendikaları “bunlar ekonomiyi çökertmek istiyor, zaten tuzları kuru” denilerek ahlaki bir baskıyla yenilgiye uğratıldığında da böyle oldu. Ama bu yenilginin de bedelini sadece kamu sendikaları değil, sağlığı tehlikeye atılan ve ekonomik koşulları her gün kötüye giden halk da ödedi, ödüyor.

Ekonomik olarak Dışa bağımlı olan bu ada yarısında, dünyayı kuşatan sermaye yanlısı ekonomik-politik iklimin de etkisi ile “halk-korumacı” politikaların uygulamaya geçmesi artık neredeyse imkansızdır. Çok hızlı bir şekilde güvencesizliğe mahkum edilen halkın çeşitli kesimleri, kendiliğinden, sağ popülist siyasetlerin sosyal devletin erozyona uğrayan korumacı uygulamaları yerine ikame ettiği; “liyakat aramadan güvencesiz istihdam”, “yüce gönüllülükle yardım”, “sadaka” gibi uygulamalarının çekim gücüne kapılması,hele ki bu ve benzeri uygulamaların sadece bugünkü hükümete mal edilemeyeceği, geçmişte başka hükümetlerce de yapıldığı gerçeği ortadayken, iradesini seçimlerde sağcılara teslim etmesi şaşılacak bir şey değildir.

Benzer senaryoların Türkiye’de AKP iktidarı döneminde  “dış güçler canavarı” ile süslenerek uygulandığına şahit olduk.  Telkin, tehdit politikaları ve bunu besleyen siyasal islam tekelindeki ekonomik-sosyal yeni “korumacı” politikalar, sol siyasetin etkisizliği ile birleşerek yoksullaşan kitlelerin iktidara “tam destek” olmalarını sağlamıştır. Ana muhalefet CHP ise politik hattını, yoksulluğa ve güvencesizliğe karşı mücadeleyi önemli ölçüde dışlayarak, kaba ve ahlakçı bir laiklik vurgusu, yaşam tarzı, başörtüsü savunusu ve iktidar içi hizipleşmelerle ortalığa saçılan yolsuzluk iddialarıyla şekillenen, AKP’yi ahlaken çökertme stratejisine yaslanarak çizmiştir.  Bu yazının konusu olmayan başka etkenlerin de bir araya gelmesiyle siyasal islamın iktidarı ve politik gücü yıllar içinde işte böyle pekişti.

Sonuçta kimse yapılan haksız istihdam ve atamaları gündeme getirmek yanlıştır demiyor. Ama sosyal ve ekonomik eşitsizlik derinleşirken, insanları ahlak anlayışlarında eşitlemeye çalışmak en hafif tabirle saflıktır. Solcuların yapacağı şey ortalıkta ahlak polisi gibi dolaşıp, bundan sonra sıkça gündeme gelecek bu tür yanlışlıklara yaslanarak doğan ahlaki çökertme stratejisi izinde  yürümek değil, öze inerek ve çelişkileri gündem yaparak, yoksulluğun, güvencesizlişin ve kamusal kaynakların paylaşımındaki adaletsizliğin esas sebebi olan devlet-sermaye işbirliğine okları çevirecek, maddi koşullara müdahaleye imkan verecek bir stratejinin yaratılması için seferber olmaktır.

Aksi takdirde yaratılan her gerginlikten, kutuplaşmadan boynu bükük ayrılacak sol ve solcuların,  çıkış yolunu başka bir ahlaki  söylem olan “kutuplaşma çok kötü bir şey” söyleminde aramak dışında çareleri kalmayacaktır. Halbuki kutuplaşmayı, hele ki özde sınıfsal çelişkilerle şekillenmiş maddi temellerin varlığı ortadayken, emek eksenli bir mücadele hattıyla göğüsleyebilecek sol siyaset, hegemonya mücadelesinde de bir adım öne geçmeye adaydır.

Abdullah Özdoğan

Güç-Sen Başkanı