Bu soru, pek çok zaman açıktan açığa konuşulmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan herhangi bir şeyi dert ettiğimizde veya basitçe düşündüğümüzde aklımıza gelen, gelmese de getirtilen sorulardan bir tanesi, en önemlilerinden biri…
Bu soruyu dert etmek için ‘siyaset’ denilen şey ile içli dışlı olmanız dahi gerekmiyor. Bir gün, iş dönüşü, artık eve dönecek olmanın getirdiği rahatlıkla direksiyon sallarken, yolu askeri tatbikat, atış talimi veya buna benzer sebeplerle kapatılmış halde bulabilirsiniz…
Bir gün, evde sıkılmış halde internetin karşısına kurulup internette boş boş dolanırken, bir anda aslında besleme olduğunuzu, hatta ve hatta “İngiliz piçi” veya “Rum dölü” olduğunuzu dahi öğrenebilirsiniz…
Tek yapmak istediğiniz şey, yeryüzündeki her halk gibi, uluslararası platformlarda spor yapabilmek, memleketinizin sporcularını keyifle izleyebilmektir; bir bakarsınız, hani “dost” bildiğiniz ülke, size “düşman” belletilen ülkenin bayrağını göndere çekerken, sizin bayrağınız sadece kendi memleketinizin güzelim –ve artık yok olana kadar oyulacak olan- dağını örtmek için kullanılmaktadır…
Çoluğunuzu çocuğunuzu aldınız, atladınız arabaya ya da belki bisiklete, yaşadığınız toprakların güzelliklerini göstereceksiniz : sağa adım atıyorsunuz “askeri bölge ! yasak ! girilmez”, sola adım atıyorsunuz “fotoğraf çekmek yasak!”. Kuzeyden güneye pasaportsuz geçmenin yasak olması yeterince can sıkıcı değilmiş gibi, bizzat kuzeyin kendi içinde de engeller dikilmiş karşınıza. Neyse ki halâ evinizin içinde odadan odaya özgürce geçebilmenin bahtiyarlığını yaşıyorsunuz…
Yani demem o ki, ‘siyasetle’ hiç ilgilenmeseniz bile, açıp tek sayfa gazete veya kitap okumuyorsanız bile, Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne işi var sorusunu size sordurtacak pek çok şey çıkabiliyor karşınıza gündelik hayatta… Hele bir de memleketi biraz olsun dert ediyorsunuz; hele bir de “ben niye böyle bir hayat yaşıyorum, başka türlü bir hayat mümkün mü acaba” diye düşünüyorsanız…
***
Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne işi olduğuna dair bugüne kadar bu memleketin içinden çok çeşitli cevaplar verildi. Aslına bakarsanız her bir cevabın –en kötüsünün bile- kendi içinde bir haklılık payı var. Ancak bu cevaplardan bir tanesi dışında hiçbiri, bütünlüklü bir cevap sunmadı bize bugüne kadar. O cevaba geçmeden önce, bugüne kadar verilmiş diğer cevaplardan en temel olan üç tanesine bir göz atalım :
“Anavatancı cevap” : Et ve tırnak gibiyiz, şükran sana anavatan, anavatan olmasa niceydi halimiz, Türkiye bizi zulümden kurtardı, Türkiye’siz biz bir hiçiz ya da Denktaş’ın deyişiyle “Türkiye’siz ben cennete bile gitmem”. Bu cevabın yanıtlayamadığı elbette pek çok kısım vardır : Mesela bu cevap, gelmiş geçmiş pek çok Türkiyeli hükümet, devlet ve askeri yetkililerinin neden “Kıbrıs’ta tek bir Müslüman/Türk kalmasa bile bizim orada stratejik çıkarlarımız vardır” dediğini, neden “et ve tırnak” olduğumuz “Anavatan”ın Kıbrıs’ın kuzeyini herhangi bir ticaret ve yatırım alanından farklı görmediğini, neden Kıbrıslı Türklerin refahından ziyade kendi sermayesinin ve onunla işbirliği yapan Kıbrıslı Türk sermayesinin çıkarlarını kollayacak politikaları öncelediğini ve neden bu halkın iradesini hiçe saydığını açıklayamazlar. Yine de bu anlamsız cevabın bile, tarihsel açıdan bakıldığında, haklı bir yanı vardır. Kıbrıslı Elen liderliği, 1950’li ve özellikle 1960’lı yıllarda, Kıbrıslı Türkleri ada yönetiminin ortak bir parçası olarak görmek bir yana dursun, Kıbrıslı Türkleri ekonomik, sosyal ve politik anlamda izole etmek için her adımı atmış ve Kıbrıslı Türkleri, bizzat Klerides’in deyişiyle, Türkiye’nin kucağına itmiştir. Bugün bile Kıbrıs’ın güneyinden, ama’sız şartsız bir şekilde Kıbrıslı Türk halkını siyasi eşit olarak görme yönünde çeşitli kesimler açısından ciddi sıkıntılar yaşandığını biliyoruz.
“Vesayetçi cevap” : Bu cevap, dili “işgal” demeye dönmeyen(!) CTP’li çevrelerce ortaya atılmıştır. Ancak Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığının adının ne olarak konulduğundan daha da önemlisi, bu cevabın temel iddiasıdır : Evet Kıbrıs’ın kuzeyinde bir “baskıcı vesayet rejimi” vardır, evet Kıbrıslı Türkler iradelerini, söz yetki ve karar haklarını temel olarak kullanamamaktadırlar, evet Kıbrıslı Türkler kendi topraklarında “iktidar” değildirler, ama bunun asıl sorumlusu yine Kıbrıslı Türklerdir çünkü Kıbrıslı Türkler bugüne kadar “yanlış politikalarla” kendilerini ekonomik açıdan Türkiye’ye bağımlı hale getirmişlerdir ve Türkiye de bu bağımlılık halinin avantajını kullanarak irademize müdahale etmektedir. O yüzden yapmamız gereken şey, “doğru politikalarla” özgürleşmenin yolunu açmaktır. Bunu, neoliberal bir siyasetçi olan Birikim Özgür bile açıkça söylemektedir. Bu cevabın açıklayamadığı şey, “vesayet” diye adlandırılan şeyin taa 50’li yıllardan beri ama özellikle 1974’ten sonra bizzat Türkiye devleti tarafından bilinçli bir şekilde kurulduğu, Kıbrıslı Türklerin kendi ayakları üzerinde durmak için mücadele ettiği/girişimde bulunduğu zamanlarda bile bunun bizzat Türkiye tarafından bilinçli bir şekilde engellendiği; yani Kıbrıslı Türklerin gerçekten “iyi politikalar”ı dile getirdiği zaman bile bunun Türkiye tarafından önünün kesildiğidir. Kıbrıslı Türkleri üretimden koparan, Kıbrıslı Türklerin seçimlerde ortaya koyacağı iradesine dahi müdahale eden, Kıbrıs’ın kuzeyini kendisinin ve sermayesinin çıkarları için dizayn etme peşinde olan Türkiye gibi bir devlet için “aslında biz iyi çocuklar olursak, vesayet de sona erer” masalını uydurmanın hiçbir anlamı yoktur. Yine de bu cevabın da kendi içinde haklı yanları vardır. Gerçekten de memleketin bu durumda olması, sadece “dış etkenlerle”, yani mesela Türkiye ile açıklanamaz. Bir ülkeye dış etkenlerin nasıl müdahil olacağı, iç etkenlerle doğrudan bağlantılıdır. Yani iç etkenleri hiçe sayıp basiçe “bütün kötülüklerin sebebi Türkiye’dir” demek, gerçeğin bir kısmını gizlemektir. Elbette işlerin bu noktada olmasında, sağdan ‘soldan’ Kıbrıslı Türk işbirlikçilerin ve çıkarları Türkiye ile çoğu zaman örtüşen Kıbrıslı Türk sermayesinin de payı vardır.
Bu cevabın ironik noktası ise tam da şudur : “Biz sorumluluğu kendimizde aramalıyız, biz eğer düzgün politikalar ortayak koyarsak, Türkiye de vesayetten vazgeçer” diyenlerin büyük çoğunluğu, aynı zamanda Türkiye işbirlikçisidirler. Bunu diyenlerin büyük çoğunluğu, aynı zamanda o “düzgün politika” dedikleri şeyin de önünde engeldirler.
“Bütün kötülüklerin sebebi Türkiye’dir” : Bu cevap, memleketin kendi iç dinamiklerini asla hesaba katmayan, hesaba katınca da “eskiden her şey çok güzeldi, biz bize çok iyiydik, zaten Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Elenler tarih boyunca kardeşçe birlikte yaşadılar hep, biz çok iyiydik, sonra gelip emperyalist güçler ve Türkiye ile Yunanistan bizi birbirimize kırdırdı” gibi argümanlar üreten bir cevaptır. Bu cevabın –her zaman değilse bile çoğu zaman- vardığı yer bir tür “Kıbrıslı milliyetçiliğidir”. “Yerli” işbirlikçisini sevmese dahi kendi parçası olarak gören bu anlayış, örneğin bir Türkiye göçmenini emekçi olduğu için karşısına almasa bile, “kendinden” görmez. Türkiye’nin (ve genel olarak diğer dış güçlerin) Kıbrıs’taki varlığının sebepleri arasında doğrudan iç dinamiklerin yer aldığını ya kabul etmez, ya da ikinci plana iter. “Milliyetçilik” dediğimiz şeyin basitçe “bizlere dışardan dayatılan” fikirler değil, bizzat Kıbrıs’taki halkların kendi modernleşme ve karşı-modernleşme dinamiklerine dayalı olduğunu, Kıbrıs’taki bazı “yerli” siyasi ve iktisadi güçlerin çıkarlarının bizzat bu dış güçlerin adadaki varlığıyla ve baskısıyla özdeşleştiğini ya görmezden gelirler, ya da ikinci plana koyarlar. Bu cevabın haklı yanı ise, ilk iki cevabın aksine, Kıbrıs’ta Türkiye’nin varlığının nasıl baskıcı ve nasıl bilinçli politikalar sonucu oluşan bir düzen olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmaya çalışmasıdır.
***
Peki doğru cevap nedir ?
Bunu da haftayaki yazıya bırakalım.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu üyesi