Murat Paker “Türkiye Debelenirken Psiko-Politik Yüzleşmeler” kitabında bundan tam 9 yıl önce gerçekleştirilen bir panelde yer alan konuşmasına yer verir. Konuşmanın bir yerinde Hrant Dink cinayetini kastederek aynen şöyle der:
“Türkiye, cidden önemli ve acil bir kavşakta ve bu cinayet bu kavşağın artık ertlenemez bir yol ayrımı olduğunu gösteriyor. Demokratikleşecek mi Türkiye, reform sürecini hızlandırarak, yoksa bunun yerine daha da geriye gidip daha otoriter yola girerek artık askeri bir darbe mi olur, faşizm mi olur, başka bir otoriter rejim mi olur o yöne doğru mu savrulacak? Ama şimdiki hali çok sürdürülebilir bir denge durumu gibi gözükmüyor. İkinci yol kısaca kan gölüne çıkar ve bedeli ağırdır, kazananı olmaz.”
Öncelikle Murat Paker’in bir sosyalist olmadığını, Türkiye’nin demokratikleşmesi için iç dinamiklerinden değil AB reformlarından medet uman bir liberal olduğunu belirtmekte fayda var. Ancak AKP’nin iktidara geldikten sonraki beş yıl içinde otoriterleşmeye başlayan yüzünü iyi analiz edebilmiş ve hatta bugünü neredeyse kesin bir biçimde tahmin edebilmiş Paker.
Evet… AKP iktidarında geçen yaklaşık 15 yıllık dönem başlangıçta makyajlanmış sözde bir demokratikleşme sürecini, sonrasında gittikçe özüne dönen bir otoriterleşme sürecini ifade eder. Bunu özellikle Kürtler ve biz Kıbrıslı Türkler birebir yaşayarak gördük. Şimdi demokrasi havarisi kesilenlerin Kürt illerini nasıl yakıp yıktığını, yüzlerce insanın günlük yaşam alanlarında katledilmesine nasıl göz yumduğunu, 19 Temmuz 2011’de Recep Tayyip Erdoğan’a karşı demokratik gösteri hakkını kullanan Kıbrıslı Türkleri nasıl polis şiddetine maruz bıraktığını unutmadık.
Evet… Bu bahsedilen AKP’ye karşı 15 Temmuz’da başarısız bir darbe girişimi oldu Türkiye’de. Ben de dahil bazılarımız başlangıçta bunun kurmaca olduğunu düşündük. Ancak ayrıntılar belirmeye başladıkça bu kalkışmanın TSK içindeki hiç de azımsanamayacak sayıda askerin oldukça organize bir hareketi olduğu ortaya çıktı. AKP eliyle hiyerarşik anlamda erkek-kadın, dindar-laik, sünni-alevi, türk-kürt olarak ayrıştırılan Türkiye toplumu “darbe karşıtları=AKP yandaşları” ve “darbe yandaşları=AKP karşıtları” olarak ayrıca kategorize edilmeye çalışıldı. Ve Türkiye tarihinde ilk kez tüm ülkede olağanüstü hal ilan edildi. Başlatılan cadı avıyla AKP yandaşı olmayan tüm unsurlar (yalnızca Türkiye’deki yandaş medya ve kktc’deki omurgasız medya tarafından kullanılan Fethullah Terör Örgütü’ne destek verdikleri gerekçesiyle) tasfiye edilmeye başlandı.
Evet… Bu ilanın örtük faşizmden açık faşizme geçiş olduğunun OHAL’i doğrudan ya da dolaylı deneyimleyen ya da OHAL hakkında biraz bilgisi olan herkes farkında. Bundan sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle tek adamlığını! ilan etmesinin pek bir önemi kalmadı. Çünkü valiler ve kaymakamlar kendi sorumluluk alanlarında olağanüstü yetkilerle donatılmış mutlak güçler haline getirildiler. Ve tabii ki bu mutlak güçlerin günün sonunda malum üstün güçten! emir alacakları da aşikar. Yani kısacası Türkiye OHAL’le birlikte fiilen başkanlık sistemine geçmiş durumda.
Evet… Türkiye için durum pek iç açıcı değil. Alanlarda demokrasi/halk iradesi naraları atanların çoğunun günlük pratiklerinde bu kavramların yanına bile yaklaşmadıkları ortada. Şu anda ilerici-devrimci güçler gerçek demokrasi için kitleleri mobilize etmeye çalışsa da bu çağrıya kaç kişinin kulak kabartacağı meçhul.
Ümitsizlik mi? Kesinlikle hayır. Cılız bile olsa “Askeri darbeye de sivil darbeye de hayır!” diye haykıran sesler var Türkiye’de. OHAL’in bize uzak olmadığı bilinciyle şimdi o seslere Kıbrıs’ın kuzeyinden de ses katma zamanı… Zaman Türkiye debelenirken açık faşizme karşı mücadele zamanı…
Fatih Bayraktar
Bağımsızlık Yolu Üyesi