Türk Lirası’nın Kıbrıs’taki Krizi – Celal Özkızan

Giriş

Bu yazının ilk bölümünde dünya çapındaki güncel ekonomik gidişat neoliberalizm bağlamında kısaca ele alınacak, ikinci bölümünde ise Türk lirasının krizinin Kıbrıs’ın kuzeyindeki seyri ayrıntılı bir biçimde incelenip, bu kriz karşısında Kıbrıs’ın kuzeyindeki çeşitli aktörlerin (hükümet, sermaye grupları, sendikalar, siyasi partiler) ne gibi pratikler ve söylemler geliştirdikleri incelenecektir.

1.

Neoliberalizm, 1970’li yıllardan beridir toplumsal yeniden üretimin maddi koşullarını düzenleyen bir sermaye birikim rejimidir. Yani neoliberalizm; sermayenin gerek işyeri, gerek bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeyde birikim koşullarını düzenleyen, bunu yaparken de başta emek-sermaye ilişkileri olmak üzere çeşitli toplumsal alanlar ve boyutlar (kültür, mekan, iletişim, ulaşım, siyaset, hukuk, din, ideoloji vb.) üzerinde çok ciddi dönüştürücü etkiler oluşturan bir birikim rejimidir. Bu dönüşümün çeşitli boyutlarını incelemek bu yazının konusu değil. Ancak devam etmeden önce belirtmek gerekir ki, neoliberal dönüşüm 1960’ların sonunda başlayan, 1970’lerle birlikte dünya çapında sertleşen ve 1980’lerle birlikte kazananı belli olmuş bir sınıf mücadelesinin ürünüydü. Elbette sınıf mücadelesi her an ve her yerde farklı düzeylerde sürmekle birlikte, neoliberalizm, sınıf ilişkilerinin ve sınıf mücadelesinin üzerinde sürdüğü zeminin kendisini de dönüştürmüş oldu.

2007’deki küresel finansal kriz, neoliberalizmin kendi içinde yaşanan bir kriz olarak başladı. Bu krizin neoliberalizmin kendi içinde yaşanan bir kriz mi yoksa neoliberalizmin varoluşsal krizi mi olduğu sorusuna yanıt ise şöyle verilebilir: “Kendi içinde kriz” kavramı, belirli bir sermaye birikim rejiminin kendini yeniden üretebilmesinin koşullarının maddi olarak halâ mümkün olduğu, ancak bunu sağlamak için hukuki, kurumsal, siyasal, ekonomik ve ideolojik boyutlar başta olmak üzere geniş çaplı düzenlemelere ihtiyaç duyulduğunu betimler. Örneğin 1990’larda, neoliberal dönüşümün ortaya çıkardığı çeşitli boyutlardaki sorunlar neoliberalizmin kendi içindeki bir krizdi ve “Post-Washington Consensus” olarak anılan çeşitli boyutlardaki düzenlemelerle bu kriz aşılmış ve neoliberal sermaye birikimi, yeni kurumsal çerçevesine kavuşmuştu. Bu duruma komşumuz Türkiye’den bir örnek verelim: 1980’lerdeki neoliberal dönüşümle birlikte, başta 1989 sermaye hesaplarının serbestleştirilmesi sürecinin tetiklediği ve 1994 krizi ile birlikte tepe noktasına ulaşan bir kriz sürecinden geçmişti Türkiye’deki neoliberalizm deneyimi. Neoliberalizmin kendi içindeki bu krizden, başta 1999-2002 arasındaki IMF stand-by düzenlemeleri ve erken dönem AKP hükümeti “reformları” ile ise çıkılmıştı.

2007’nin sonlarıyla başlayan küresel kriz ise, özellikle bugünden bakıldığında, neoliberalizm içindeki bir krizden ziyade neoliberalizmin krizine doğru evrilme eğilimi taşıyor. Bunun sebebi ise, neoliberal birikim rejiminin maddi koşullarının ortadan kalkma belirtileri göstermesidir. Öncelikle belirtmek gerekir, neoliberalizmden bağımsız olarak kapitalizmin kendi gelişme dinamikleri, ekonominin büyüme hızı ve kârlılık oranları üzerinde aşağı yönlü bir baskı yapma potansiyeline güçlü bir biçimde zaten sahiptir. Dünya Bankası’nın resmi verilerine göre neoliberalizm öncesi 1961-1973 döneminde, dünyadaki toplam ekonomik büyüme hızı %5,5 idi. Neoliberalizmin hakimiyetinin pekişmeye başladığı 1980’den 2017 yılına kadar ise, yine aynı verilere göre dünyanın ortalama büyüme oranı %2,87’de kaldı. Aynı verilere göre dünya çapında kârlılık oranı 1950’den 1970’e kadar ortalama olarak %30’larda seyrederken, 1980’lerden günümüze bu oran %20’lere düştü. Bu durumu sadece neoliberalizmin başarısızlığı olarak yorumlamak yerine, kapitalizmin kendi içsel gelişme dinamikleri bağlamında tartışmak gerekir.

Neoliberalizm deneyiminin kendisine dönecek olursak, neoliberalizmin kendi tarihsel serüveni içinde genel olarak yaşanan sorunlar bir yana, özellikle 2007 ile başlayan krizin etkileri, neoliberalizmi iyice açmaza sokmuş durumda. Bu etkilerin en önemlilerinden biri dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan ekonomik yavaşlamalar ve hatta resesyonlar. Örneğin 2018’in üçüncü çeyreğinde, Avrupa’nın en büyük ekonomisi olan Almanya’da GSYH daralma yaşadı. İtalyan ekonomisinin 2015’ten beri içine girdiği ekonomik yavaşlamadan bir türlü çıkamaması, İtalya için resesyonun işten bile olmadığına işaret ediyor. Aynı durum, AB’nin diğer devasa ekonomisi Fransa için de geçerli. Zaten bir bütün olarak Euro bölgesinde, ilk 6 ayda sadece %0,4’lük bir GSYH büyüme oranı izlenirken, geçtiğimiz ay açıklanan üçüncü çeyrek büyüme oranı ise %0,2.

Avrupa dışında da durum farklı değil: ABD’nin en büyük ekonomik rakibi olan Çin’in, mevcut veriler göz önüne alındığında 2019’da resesyona girmesi artık kaçınılmaz olarak değerlendiriliyor. Güney Afrika ekonomisi bu yıl resmen resesyona girmiş durumda. Standard&Poor’s şirketinin ABD borsasındaki 500 büyük şirketin piyasa değerinin bir göstergesi olan S&P 500 Endeksi; 1929 buhranını, 1998’deki finansal krizi ve 2008’deki global krizi saymazsak Aralık 2018’de tarihinin en büyük düşüşünü yaşamakta. Latin Amerika’da da durum farklı değil. Kıtanın en büyük iki ekonomisinden biri olan Brezilya son 3 yılda (2015-2017) %6 daralırken, Arjantan ise aynı süreçte sadece %2 büyüyebilmiş durumda (ki bu rakama, uzun vadede etkileri çok yıkıcı olacak olan çok yüksek faiz oranları ve gittikçe değersizleşen para birimiyle ulaşabildiler) – örnekler çoğaltılabilir.

Neoliberalizmin içindeki bu krizin neoliberalizmin krizine doğru dönüşmekte olduğunu teslim etmek artık sadece sisteme muhalif olanların işi değil. 2010’larla birlikte IMF’nin kendi içinden çıkan çeşitli raporlar ve yayınlar dahi bildik neoliberal çerçevenin dışına taşan ekonomi politikası önerilerini gündeme taşmakta. Elbette uluslararası sermaye çevrelerinin tek derdi, haliyle, sermaye birikim koşullarını yeniden iyileştirmek. Neoliberalizm, ancak buna engel olduğu ölçüde hedef tahtasına oturtulacaktır; tıpkı Keynesyen ekonomi politikalarının yine aynı çevreler tarafından 70’lerle birlikte terk edilmeye başlanması gibi. Yine de, neoliberalizm içindeki bu krizin neoliberalizmin krizine dönüştüğünü söylemek henüz çok erken. Bunun temelde dört sebebi var: 1) Dünyanın en güçlü ekonomik bloklarından biri olan AB, halâ sıkı skıya neoliberal çerçeveye sadık durumda ve şimdilik taviz vereceğe benzemiyor 2) Neoliberalizmin yerine ne konulacağı konusunda uluslararası sermaye çevrelerinin üzerinde büyük oranda mutabakata vardığı bir çerçeve henüz oluşmuş değil. Sistem-içi muhalefetin geliştirdiği alternatifler ise, Keynseysen çizginin modern varyasonlarından ibaret. 3) Yeni bir çerçeveyi dayatabilecek baskın bir güç henüz ortada yok. Hatırlanacağı üzere, 2. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan Keynesyen çerçeve, ABD’nin baskın gücüyle hayat bulmuştu. Neoliberal dönüşüm ise, gerek emperyal güçlerin, gerekse de her ulusal ekonominin kendi içindeki büyük sermayenin ve finansal çevrelerin mutabakatıyla hayata geçmişti. Şimdiyse, ABD görece korumacı ekonomi politikalarıyla kendine bir yön çizmeye çalışıyor ancak bu yön, bırakın global çapta hegemonik hale gelmeyi, ABD’nin geleneksel müttefikleriyle dahi anlaşmazlığa düşmesine sebep olurken, yeni potansiyel baskın emperyal güç adayı olan Çin’in ise ABD’nin bir önceki dönemde üstlendiği rolü devralması şimdilik mümkün görünmüyor 4) Neoliberalizmin ortaya çıkışı, kabaca söylemek gerekirse burjuvazi ve proletarya arasındaki bir sınıf mücadelesinin ürünüydü. Neoliberalizmin ortaya çıktığı dönemde bugüne kıyasla dünya çapında çok daha güçlü olan bir emek hareketi ve dahası başta Sovyetler Birliği olmak üzere kapitalist olmayan bir blok mevcuttu. Tam da bu nedenle, neoliberal dönemin en büyük etkilerinden biri, sendikalaşma oranlarının azalması, emek hareketinin bastırılması, güvencesizleşmenin yaygınlaşıp derinleşmesi ve solun anaakımında, ideolojik mücadeleler sonucunda ne yazık ki radikalliğin ve militanlığın tamamen geri çekilmesiydi. Bugüne ise, ne yazık ki burjuvazinin karşısına dünya çapında güçlü bir emek hareketi çıkmış değil, emek hiç olmadığı kadar güvencesiz ve dahası kapitalist olmayan bir blok da yok. Yani aslında neoliberalizm, her şey sermayenin lehineyken dahi kapitalizmin girdiği ve gittikçe derinleşmekte olan bir krizi deneyimliyor. Uluslararası sermaye çevrelerindeki şaşkınlık ve kriz karşısındaki belirsizlik, tam da, “bütün koşullar bizim lehimize, daha ne yapabiliriz ki” endişesinden de kaynaklanıyor olsa gerek.

Bu kısmı bitirmeden önce şunu not etmek lazım: Uluslararası sermaye çevreleri, öyle ya da böyle, ya neoliberalizmin birikim koşullarını bir kez daha güvence altına alacaklar, ya da yeni bir birikim rejimi üzerinde uzlaşacaklar. Bu ne kadar zor ve ne kadar çetrefilli olursa olsun, kaçınılmazdır; zira bir çıkış yolunun bulunmaması, bizzat bu çevrelerin kendilerini var ettiği koşulların altını dinamitlemekten başka bir işe yaramaz. Öte yandan, neoliberalizmin potansiyel krizinin kapitalizmin krizine dönüşmesi, yani sistem karşıtı bir karakter alması ise, ancak dünyadaki emek hareketlerinin hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzeyde neler yapabileceğine bağlı.

2.

 Türk lirasının krizinin Kıbrıs’ın kuzeyinde nasıl deneyimlendiğine geçmeden önce, Kıbrıs’ın kuzeyinin ekonomik yapısına ilişkin kısa bir bilgilendirme yapmak elzem.

Makroekonomik Durum

2017 tarihli son resmi ve kapsamlı verilere göre işgücüne katılan kişi sayısı 128451. Bu da, toplam nüfus içinde işgücüne katılma oranının %51,2 olduğu anlamına geliyor. İşsizlik oranı ise %5,8. Devam etmeden belirtelim. Bu sayıların ve oranların genel durumu yansıtmak bakımından ne kadar güvenilir olduğu tartışma konusu, zira ülkede çok ciddi bir kayıtdışı ekonomi bulunuyor. Bu konuda çeşitli çalışmalar olsa da, Kıbrıs Türk Ticaret Odası’nın hazırladığı kapsamlı ve güncel rapora göre kayıtdışı milli gelir, kayıtlı milli gelirin %22 ila %29 arası bir orandayken, beyan edilmeyen veya düşük beyan edilen gelirler ise resmi GSMH’nin %50 ila %60’ı arasında.

Toplam istihdam içinde tarım sektörünün payının % 3,6, sanayi sektörünün payının % 9,2, inşaat sektörünün payının % 7,6 ve hizmetler sektörünün payının da % 79,6 olduğu görülmektedir. Görüldüğü üzere Kıbrıs’ın kuzeyinde hizmetler sektörü çok ciddi anlamda baskın durumdadır. Hizmetler sektörünün kendi içinde ise kamu sektörü toplam istihdamın %28,1’ini ve kumarhaneler dahil olmak üzere turizm sektörü de %13,8’ini tek başlarına oluşturuyorlar. Hizmet sektörünün alt sektörlerinden biri olan yükseköğrenim sektörü ise, 2017-2018 verilerine göre 101,126 öğrenciye ev sahipliği yapıyor ki bu öğrencilerin %86.7’si yurtdışından gelen öğrenciler. Yükseköğrenim sektörünün kendi içinde doğurduğu gelir bir yana, sektörün yurtdışından ülkeye ciddi miktarda öğrenci çekmesi hem konut, ulaşım, eğlence gibi yan sektörleri tetiklemekte, hem de tüm sektörler bakımından (örneğin gıda, giyim) genel anlamda talep arttırıcı bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Buna ek olarak, yükseköğrenim sektörü bir ucuz işgücü arzı sunma işlevi de görmekte. Elimizde somut veriler olmasa da, yurtdışından ülkeye çalışmaya gelen kişilerin bir kısmının ülkeye öğrenci olarak giriş yaptığı, yani çalışma izni çıkarmak yerine bir üniversiteye kaydolarak ülkede çalışmaya başladığı ve bunun patronlar tarafından maliyetleri düşürücü bir yöntem olarak kullanıldığı biliniyor. Dahası, pek çok öğrencinin kayıtdışı bir biçimde ve komik ücretler karşılığında part-time olarak da çalıştırıldığı biliniyor.

Bu uzun paragraf Kıbrıs’ın kuzeyinin ekonomi politiği ile ilgili iki temel noktaya işaret ediyor: Birincisi, ülkede gelir yaratan sektörler bakımından ciddi bir dışa bağımlılık söz konusu. Talep oluşumu bakımından düşünüldüğünde, gerek yükseköğrenim sektörü gerekse de turizm sektörü dışarıya bağımlı. Dahası, 2006 yılından itibaren önceki yıllara kıyasla kopuş niteliğinde bir sıçrama gerçekleştiren inşaat sektörü de iç talebin doygunluğa ulaşması ve konut alanında piyasalaşma oranının artmasıyla birlikte, tıpkı Kıbrıs’ın güneyinde olduğu gibi gözünü yabancılara yapılacak gayrimenkul satışlarına çevirmiş durumda. Son olarak, meseleye sadece talep yönlü olarak değil de dış ticaretin yapısı çerçevesinden de baktığımızda durum değişmiyor; zira 2016 yılı resmi verilerine göre ülkede ihracatın ithalâtı karşılama oranı sadece %6.77.

İstihdamın Yapısı

İkinci temel nokta ise, “yerli” işgücünün hem yüksek maliyetli hem de alternatif gelir kaynaklarına sahip olmasının doğurduğu yabancı ve ucuz işgücüne yönelik talep. Gerek 1974 öncesinden itibaren adada bulunan Kıbrıslı Türkler, gerekse de 1975’teki Tarım İşgücü Protokolü ile Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine göçen Kıbrıslı Türkler topraklandırılmış, tarımsal araç, hayvan ve ev sahibi yapılmış yani kısacası küçük mülk sahibi konumuna gelmiştir adanın bölünmesiyle birlikte. Dahası, gerek görece cömert ücret, hak ve güvence olanakları sunan ve işgücünün yüzde 30’lar civarını istihdam eden kamu sektörü, gerekse de 1974 öncesinde Kıbrıslı Elenlerin sahipliğinde bulunan verimli tarımsal arazilerin (özellikle narenciye ve patates) ve sanayi tesislerinin (özellikle hafif imalât sanayii) adanın bölünmesinden sonra Kıbrıs’ın kuzeyinde kalması (ve bunları mülk edip işletebilecek büyüklükte ve kapasitede sermaye birikimine sahip burjuvaların bölünmeden hemen sonra Kıbrıs’ın kuzeyinde bulunmayışı) nüfusun “proleterleşmesinin” önünde ciddi bir engeldi. Buna, Türkiye’nin finansal yardımları ve Kıbrıslı Türk devletinin çeşitli türden sosyal yardım uygulamaları da eklenince, adanın kuzeyindeki nüfusu proleterleşmekten alıkoyan alternatif yaşam/geçim araçlarının baskınlığı gözler önüne seriliyor.

Elbette ki, yerli işgücünün ciddi bir çoğunluğunun alternatif gelir kaynaklarından ve yaşam araçlarından mahrum bırakılması süreci kapitalist gelişme dinamiklerinin yaygınlaştığı her toplumda olduğu gibi Kıbrıslı Türk toplumunda da baskın hale gelmekte. Kamu sektörü, halâ toplam istihdam içinde %28.13’lük bir yer kaplıyor olsa da, başta Türkiye ile imzalanan sıkı bütçe ve maliye politikaları çerçevesinde ve bu oranın düşürülmesi hedefiyle kamuya yapılacak yeni istihdamlara ciddi kısıtlamalar konmuş durumda.

Dahası, kamuya yeni personel alımlarında sözleşmeli ve geçici işçi gibi güvencesiz istihdam biçimleri yükseliş trendinde. Son olarak, 2008 başında yürürlüğe giren yeni Sosyal Güvenlik Yasası ve 2011 başında yürürlüğe giren ve halk arasında “Göç Yasası” olarak bilinen düzenlemelerle kamuda kadrolanmış çalışanların dahi ücretlerinde, çalışma ve emeklilik koşullarında ve özlük haklarında ciddi aşınmalar yaşanmış durumda.

Kısacası, ucuz işgücünün (ya da, alternatif gelir/yaşam kaynaklarından mahrum olduğundan sermayenin denetimine çok daha kolay tabii olabilecek olan türden bir işgücünün) tek kaynağı göçmenler değil, yerli işgücü içinde de bu kaynağa dahil olanların oranı gün geçtikçe artıyor. Yine de, kayıtlı ekonomi içindeki istihdamın (yani vatandaşlar + çalışma izinliler) uyruk açısından dağılımına baktığımızda, ücretli emekçilerin (yani bir maaş/ücret karşılığında bir işverene emekgücünü satan kişilerin) kaydadeğer bir kısmının KKTC vatandaşı olmayanlar olduğu görülmektedir. Örneğin, 2008-2014 yılları arası ortalama dağılıma baktığımızda, ücretli emekçilerin %42.79’unun ya TC vatandaşları ya da üçüncü ülkelerden (özellikle Pakistan, Türkmenistan, Filipinler, Çin, Vietnam, Azerbayjan, Kırgızistan, Bangladeş, Kazakistan ve çeşitli Afrika ülkelerinden emekçiler) emekçilerden oluştuğunu, KKTC vatandaşlarının oranının ise %57.2 olduğunu görüyoruz. Burada akılda tutulması gereken şey, 2008 sonrası kamu çalışanlarının da bu verilere dahil olduğudur (Veriler, sosyal sigortada kayıtlı olanları kapsamaktadır. 2008 öncesi kamu çalışanları ise Emeklilik Fonu kapsamındaydı). Bilindiği üzere KKTC’de kamu sektöründe istihdam edilebilmenin önkoşulu KKTC vatandaşı olmaktır. 2008-2014 zaman aralığında kamu sektöründe çalışan ortalama kişi sayısı 29352’dir ve bu sayının tamamı KKTC vatandaşlarından oluşmaktadır. Bu sayının ne kadarının 2008 öncesi ne kadarının da 2008 sonrası girişli olduğunu, en azından bu satırların yazarı bilmiyor. Yine de, buradan hareketle söyleyebiliriz ki, 2008 sonrası kamu çalışanları hesaba katılmayıp da salt özel sektör çalışanları bakımından bahsi geçen dönem için uyruk dağılımı yapılacak olursa, bu oranın KKTC vatandaşları için yukarıda verilen %57.2’lik orandan daha düşük olacağı aşikar. Tüm bunlara ek olarak, ülkedeki kayıtdışı istihdamın da büyük oranda yabancı işgücü tarafından kaplandığı akılda tutulduğunda, düşük işgücü maliyetleri bakımından Kıbrıs’ın kuzeyindeki sermayedarların yabancı işgücüne bağımlılıkları ciddi bir biçimde ortaya çıkıyor.

Türk Lirasının Kıbrıs’taki Krizi: İthâl mi Yerli mi?

 Kıbrıs’ın kuzeyinde Türk lirasının krizinin “dışsal ve ithâl bir kriz” olduğu ne yazık ki pek çok kesim tarafından bir çırpıda kabul edildi. Bu iddia ilk bakışta akla yatkın gibi görünüyor; zira Kıbrıs’ın kuzeyinde resmi para birimi Türk lirası ve küçük bir istisna haricinde KKTC Merkez Bankası’nın başkanları TC vatandaşları oluyor. Hâl böyle olunca, Kıbrıs’ın kuzeyindeki hükümetlerin ve yetkililerin kendi para politikalarını gütmek gibi bir şansları yok. Dahası, gerçekten de, Kıbrıs’ın kuzeyinde kriz, Kıbrıs’ın kuzeyindeki toplumsal ve ekonomik ilişkilerin doğrudan bir ifadesi olarak değil, Türk lirasının aşırı derecede değer kaybetmesiyle tetiklendi.

Tüm bunlara rağmen, bu krizi “dışsal” veya “ithâl” olarak adlandırmanın gözden kaçırdığı pek çok şey var: Her şeyden önce, Türk lirasının değer kaybetmesi içsel ilişkilerin doğrudan bir sonucu olmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde bir ekonomik krize yol açması, Kıbrıs’ın kuzeyinin kendi yapısal sorunları olduğunun bir göstergesi. Dışa bağımlılık, bu yapısal sorunların başta geleni. 1986 yılı ile başlayan neoliberal dönüşüm öncesinde ithâl ikameci ve hafif imalât sanayi üretimine dayanan bir kalkınma modeli izleniyordu. Bu dönemde ihracatın ithâlatı karşılama oranının %47’lere kadar çıktığı olmuştu. Hafif sanayi imalâtı yapan KİT’lerin tasfiyesi ya da özelleştirilmesi ve başta gümrük serbestleşmesi olmak üzere uygulanan “ekonomik liberalizasyon” politikaları (ki bu süreçte Kıbrıs Türk Ticaret Odası’nın etkisi büyüktür) bugünkü dışa bağımlı yapının temel taşlarını döşemişti.

Bunlara ek olarak, 1986 yılı ile birlikte ekonomik büyüme odağı (ve dolayısıyla dış açığın kaderi) yükseköğrenim ve turizm gibi “dış talebe” dayalı sektörlere endekslenmiş hale geldi. Bu furyaya 2005 yılı ile birlikte girdi bakımında yine ithalât yoğun bir sektör olan inşaat sektörü de katıldı. Dahası, kiralar ve alış-satışlar da dahil olmak üzere emlak sektörü ve yükseköğrenim sektörü ciddi oranda yabancı para birimleri üzerinden dönmekte. Gerek üretim ve hizmet girdileri açısından, gerek talep açısından, gerekse de işgücü açısından böylesi bir dışa bağımlılık çerçevesi içinde akıp giden bir ekonominin kriz yaşamasının tek sebebinin Türk lirasının değer kaybetmesi olduğunu söylemek, atı arabanın önüne koşmak olur; çünkü parasal ilişkiler, toplumun özelde kendi üretim yapısı ve genelde dünya ekonomisine eklemlenme biçiminin ifadesinden başka bir şey değildir.

O yüzden, şu dört noktayı net bir biçimde ortaya koymak lazım: a) KKTC kendi para politikaları üzerinde söz sahibi olsaydı ve hatta kendi bağımsız para birimi olsaydı dahi, ekonomik yapısı gereği bu türden krizlere zaten açık olacaktı. Elbette süreç muhtemelen bu tarihlerde yaşanmayacaktı, ancak sürecin doğasının niteliği böyle olacaktı. b) KKTC’de resmi para biriminin Türk lirası olması kriz bakımından sebep değil sonuçtur. Türk parası karşısında krizden önce dahi çok değerli bir para birimi olan Euro’yu kullanmakta olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birkaç yıl önce yaşadığı ve bedelleri emekçi sınıflar ve küçük burjuvazi tarafından ödenen devasa ekonomik kriz buna en açıklayıcı örnektir. c) Türk lirasının krizi Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye’de deneyimlendiğinden farklı bir biçimde deneyimlenmektedir. Gerek enflasyon oranları, gerek krizden etkilenen sektörler ve kesimlerin dağılımı ve etkileniş düzeyleri buna örnektir. Bu da, meselenin sadece para birimi ile ilgili değil, toplumun üretim yapısıyla ilgili olduğuna delalettir. d) Gerek genelde kapitalizmin içinde bulunduğu mevcut gelişim aşaması bakımından gerekse de neoliberal döneme içkin finansallaşma dinamikleri bakımından bugün tek tek ulusal ekonomiler ile bir bütün olarak dünya ekonomisi arasında (veya çeşitli yerelliklerle yerelarasılıklar arasında) çok ciddi iç içe geçmişlikler, karşılıklı bağımlılık ilişkileri ve derinlikli eklemlenme biçimleri vardır. Krizin sebebini “dış dünyaya” bağlamak, iyi bi propaganda yöntemi olsa da, yavan bir ekonomi politik argümanıdır, hele hele böylesi bir dönemde. Dış ekonomik dinamikler denilen şey artık içerde olana içkindir, ve içerili sandığımız şeyin çok çeşitli “dışarılı” dolayımları vardır. “Yerli ve milli” olan her şey buharlaşıyor. Bugün dünyanın en güçlü ekonomilerine sahip olan ABD ve Çin dahi, krizin global boyuttaki etkilerini ciddi biçimde yaşamaktadırlar. Her şey bir yana, ekonomide işler “tıkırındayken” dış ekonomik gelişmeleri (örneğin ucuz kredi olanaklarını ve görece avantajlı ithalât temelli yatırımları) tartıştırma ihtiyacı dahi duymayanların işler açmaza girdiğinde bir anda “dışsal” sebepler aramaları anlamsızdır.

Krizin Etkileri

 Kıbrıs’ın kuzeyinde Türk lirasının krizi, kendini en ciddi, en doğrudan ve en yakıcı biçimde enflasyon aracılığıyla gösterdi. Yüksek fiyatlar beraberinde ciddi bir iç talep azalışını getirdi. Dahası, çoğunluğu Türkiye’den gelen öğrencilerden beslenen yükseköğrenim sektörü, Türk lirasının içine girdiği kriz nedeniyle bu sene kaydolan öğrenci sayısında ciddi bir düşüş yaşadı (Kıbrıs’ın kuzeyinde, ortalama 80-90 öğrenciye ev sahipliği yapan Öğretmen Akademisi hariç bütün yükseköğrenim kurumları özel ve harçlar da çok pahalı. Dahası, Kıbrıs’ın kuzeyi kriz öncesi koşullarda dahi pahalılığın çok yüksek olduğu bir ülke. Bu yüzden Türkiye’deki ekonomik kriz, belli sayıda öğrencinin Kıbrıs’a gelmekten vazgeçmesinde bir etken olmuştur). Yükseköğrenim sektöründeki bu durum, yurtdışından gelen öğrencilerin beslediği yan sektörler için de tehlike çanlarının çalmasına sebep oldu. Kriz başladığında turizm sezonunun sonlarına da gelindiği düşünüldüğünde, Türk lirasının değer kaybını turizm sektörü açısından bir avantaja dönüştürmek de bir çıkış yolu olamazdı.

Burda dikkat çekilmesi gereken nokta şu: Yukarda da tartışıldığı üzere, krize “dışsal” bir nitelik atfetmeyi yanlışlayacak pek çok açıklayıcı faktör var. Bu faktörlerden biri olan “krizin Türkiye’de ve Kıbrıs’ın kuzeyinde farklı biçimlerde deneyimlenmesi” noktası, kendini “krizle mücadele” meselesinde de göstermekte. Örneğin Türkiye’de, sistematik bir biçimde uygulandığı söylenemeyecek olsa da, krizi, krizin ihracatçılar açısından doğurduğu avantajlar üzerinden hafifletmeyi hedef alan bir “ithâl ikameci” birikim yaklaşımı var. Örneğin Tayyip Erdoğan bir süre önce “çok acil olmayan hiçbir ürünün, malzemenin yurt dışından ithal edilmemesi talimatını buradan tüm kurumlarımıza bir kez daha veriyorum. Türkiye, savunma sanayindeki tüm stratejik ihtiyaçlarını kendisi üretebilir hale gelene kadar durmayacağız, çalışacağız” açıklamasında bulundu. Elbette ithâl ikamecilik, iktidarların keyfi bir biçimde uygulayabilecekleri bir kalkınma modeli değil. Neoliberalizm ile ilgili yazının başında yaptığımız teorik tartışmadan da hatırlanabileceği gibi, neoliberalizm toplumsal yeniden üretimin (kapitalist üretim biçiminde olduğumuzdan da en başta sermaye birikiminin) maddi koşullarını düzenleyen bir toplumsal formasyondur. Bu formasyonun, özellikle günümüzde artık çok köklü ve yerleşik maddi dolayımları vardır ve bu dolayımlar bir veriyken, 2. Dünya Savaşı sonrasının toplumsal formasyonu olan ‘Keynesyen’ döneme içkin bir kapitalist kalkınma modeli olan ithâl ikameciliğe keyfi bir geçiş mümkün değildir – gerek ulusal aktörlerin yerleşik çıkarları bakımından, gerek ulusal ekonominin dünya ekonomisine eklemlenme biçimi bakımından. Yine de, sil baştan bir kalkınma modeli değişikliğine keyfi bir geçiş söz konusu olamayacak olsa da, Türkiye’deki neoliberalizm deneyiminin imkân verdiği manevra seçenekleri (ve bunların kriz dönemindeki uygulanabilirlikleri), Kıbrıs’ın kuzeyindeki neoliberalizm deneyiminin elverdiği kısıtlılıklardan ve olanaklılıklardan bir hayli farklıdır. Uzun lafın kısası, nitelikçe sağlam olmasa da nicelik bakımından görece güçlü bir ihracat ekonomisine sahip Türkiye’nin krize karşı mücadelede ihracat odaklı bir manevra kabiliyeti bir veriyken, aynı şeyi, neoliberal dönüşümle birlikte imalât sektörünü bir kenara atan ve bütün ekonomik kalkınmasını dış talep odaklı bir hizmet sektörü öncülüğüne teslim eden Kıbrıs’ın kuzeyi için söylemek mümkün değildir.

Kriz ile Kim Nasıl Başediyor?

 Bir önceki kısımda, Türk lirasının Kıbrıs’ın kuzeyindeki krizinin makroekonomik anlamda enflasyonu tetiklediğini, bunun da iç ve dış talep azlığına yol açtığını ve ülkenin temel birikim kanallarını tıkadığını söyledik. Buna ek olarak, krizin emekçilere ve dar gelirlilere doğrudan yansıması alım gücünün düşmesi ve temel tüketim harcamalarının dahi baş ağrıtacak niteliğe bürünmesiyken, küçük burjuvazi (küçük işletme ve dükkan sahipleri, esnaf ve zanaatkârlar) ile küçük üreticilere (küçük mülk sahibi çiftçiler geçimlik miktarda küçükbaş/büyükbaş hayvan sahibi olanlar) yansıması ise girdi maliyetlerinin artması sonucu -bırakın büyük işletmelerin ve büyük üreticilerin olduğu bir piyasada rekabet etmeyi sürdürebilmelerinin- işletmelerinin geçimlik boyutunu bile sürdürememeleri tehlikesinin ortaya çıkmasıdır.

Şimdi de gelin bu kriz döneminde çeşitli aktörlerin ve örgütlü kesimlerin ne gibi tavırlar ve pratikler sergilediklerine, kendi içlerinde madde madde bakalım:

Hükümet

a) Hükümet 4’lü bir koalisyondan oluşuyor: Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), Halkın Partisi (HP), Demokrat Parti (DP) ve Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP). Emek-sermaye ilişkileri bakımından Cumhuriyetçi Türk Partisi ve Halkın Partisi merkez sağı, Demokrat Parti milliyetçi sağı ve Toplumcu Demokrasi Partisi de –gittikçe aşınmakta olan bir- sosyal demokrat çizgiyi temsil ediyor (CTP, Kıbrıs sorununa ilişkin geleneksel olarak taşıdığı “çözüm yanlısı” çizgi nedeniyle sol etiketiyle anılan bir parti, yine de, emek-sermaye ilişkileri bakımından yer yer neoliberal çizgiye tamamen kayan bir merkez sağ partisi konumunda)

b) Başta CTP ve HP olmak üzere bu dörtlü koalisyonun bileşenlerinin hükümeti oluştururkenki ana söylemi yolsuzlukların üzerine gidileceği, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin ön planda olacağı, özel sektör öncülüğünde bir ekonomik gelişme çizgisi izlenmekle beraber sosyal adaletin sağlanacağı yönündeydi. Şubat 2018 başında kurulan bu koalisyon hükümeti, kriz dönemine kadar geçen zamanda icraata dökülmeyen bazı popülist çıkışlar ve reform dahi denilemeyecek nitelikteki bazı adımlar haricinde kendi vaatlerini uygulamaya koymakta dahi sınıfta kaldı.

c) Hükümet krizi bir nevi kucağında buldu ve başta temel tüketim harcamalarında görülen, yer yer %100’leri geçen zamlar olmak üzere emekçileri ve orta-dar gelirlileri bir anda çarpan alımgücü sorunu karşısında bir süre sessizliğe büründü. Bu sessizlikten sonra ilk olarak 23 maddelik bir “ekonomik önlemler” paketi açıklandı. Bu paketin öngördüğü önlemlerden ilki, ‘ekonomik canlılığı’ koruma amaçlı çeşitli türden KDV indirimleriydi. Bu indirimler market raflarındaki fiyatların akılalmaz artışına engel olmadığından, nihai olarak sermayedarların –zaten ciddi bir kayıtdışı ekonominin bulunduğu bir ortamda- daha az vergi ödemeleri dışında bir sonuç vermedi.

Önlemlerden ikincisi, ülkedeki vatandaş olmayan işgücünün gelirlerine göz koyan ve emek hareketinin yer yer içine kapıldığı “Kıbrıslı milliyetçiliği” damarına göz kırparak işçileri bölme amaçlı hayata geçirilen “çalışma ve ikamet izni ile gelenlerin çocukları için asgari ücretin %5 oranında ödenek alınacak” maddesiydi. Paket kapsamındaki üçüncü önlem, kriz öncesinde dahi satışlarda bir düşüşün yaşandığı inşaat sektörüne can suyu olacak olan “yabancılara mülk satışı izni” ile ilgili maddeydi. Böylesi bir girişimin kira ve ev fiyatları üzerinde yarattığı dış talep temelli ve yukarı yönlü baskının emekçilerin en temel ihtiyacı olan konut bakımından ne tür sarsıntılar yaratacağı görmek için Kıbrıs’ın güneyindeki Larnaka ve Limasol şehirlerine bakmak yeterli. Buna ek olarak, yine konut satışlarını arttırmak amacıyla mülk satışlarındaki tapu devir harcında da indirime gidildi. Yine, önlemler arasında, döviz karşılığı ev kiralayan kesimlere, döviz kurunu sabitlemeleri karşısında vergi indirimi taahhütünde bulunuldu.

Bir diğer önlem ise, ihalelerde başlatılan avans uygulaması oldu. Kıbrıs’ın kuzeyinde hükümet tarafından açılan gerek inşaat gerek ürün alımı temelli ihalelerde, ihaleyi kazanan şirketler, yazının önceki kısımlarında değinilen ithalâta bağımlılık faktöründen ötürü döviz ihtiyacına sahipler. Hükümet bu önlemiyle, hem ihalelerin sürmesini ve bu ihalelerin özel şirketlerce üstlenilmesinin devam etmesini sağlamış; hem de şirketlere, ihalelerdeki yükümlülüklerini daha kolay yerine getirmeleri için avans güvencesi vermiş oluyordu.

Son olarak, emeğin hakkına saldırmayan ve aynı zamanda sermayenin ve/veya zengin çevrelerin cebine el uzatılan sadece 2 madde yer alıyordu paketin içinde. Bunlardan ilki, kumarhanelere (bahis yerleri dahil) uygulanan bir defaya mahsus ilave vergi önlemi ve belli bir metrekarenin üzerinde olan ve özellikle havuzlu konutlar için bir defaya mahsus ek vergi önlemi.

Bu paketin ardından bir süre sonra, zamların düşmemesi üzerine hükümet, fahiş zamlar yapan işyerlerini denetime başlamış, dahası, Türkiye’deki “enflasyona karşı topyekün mücadele”ye benzer biçimde, büyük sermaye grupları öncülüğünde bir “indirim kampanyası” başlatmıştır. Bu kampanyanın uygulanmadığı ve denetimlerin yetersiz olduğuna dair vatandaşlardan çok sayıda şikayete yazılı basın ve sosyal medya aracılığıyla rastlandı. Bu türden şikayetleri bir kenara bırakırsak dahi; benzine, elektriğe ve gaza hükümet tarafından yapılan zamlar da dahil olmak üzere Türk lirasının değer kaybının üretim maliyetleri üzerinde yarattığı baskı ilk etapta küçük işletmeleri vurmuştu. Bu türden maliyet artışlarına karşı yapısal önlemler geliştirmek yerine “siyasi” önlemlerle ve salt fiyat odaklı bir girişimde bulunmak ise küçük işletmeleri çok daha fazla zora sokacaktır. Büyük sermaye ise, krizin bütün etkilerine rağmen, gerek ölçek, gerek sahip olduğu sermaye birikimi gerekse de krediye erişim konusunda taşıdığı avantajlar nedeniyle böylesi siyasi manevralardan olumsuz etkilenmek bir yana, “indirim kampanyası”na öncülük edebilecek durumda.

Kredi konusuna değinmişken, devam etmeden önce bir not düşmekte fayda var. Türkiye’de de ekonomi politikasının ana odaklarından biri olan faiz politikası, krizle birlikte Kıbrıs’ın kuzeyinde de ciddi bir tartışma konusuna dönüştü. Bu bakımdan, Kıbrıs’ın kuzeyindeki kooperatif bankaları örneğine, krizin bankacılık üzerindeki yansımalarına ve KKTC hükümetinin bu konudaki tavrına dair bir kooperatif çalışanından bir alıntıyı yorumsuz bir biçimde sunmak yerinde olacaktır:

Bildiğiniz gibi KKTC Merkez Bankası da TC Merkez Bankası’nın hemen ardından faiz artırımını uyguladı ve dolayısı ile tüm yerli ve yabancı ticari bankalar da kendi kredi ve vadeli mevduat faiz oranlarını artırmak durumunda kaldı. Finans kooperatifleri de aynı şekilde faiz artırımına gitmek zorunda kaldı. Bunun nedeni kabaca şudur: TL vadeli mevduat sahiplerinin faiz gelirini artırmak ve döviz karşısında değer kaybeden TL’yi korumak.

Tabii böylece finans kooperatiflerindeki vadeli mevduatların (ki kredilerinizin kaynağıdır) faizlerini artırmak zorunda kaldık ki mevduat sahipleri Kıbrıs’taki TC bankalarına paralarını taşımasınlar … Mesela, Mart 2018 itibarı ile brüt 466,7 milyar dolar dış borcu olan bir devletin merkez bankasının verileri ile hayata geçirilen faiz artırımı neden bizim ülkemizde de sorgusuz sualsiz uygulanıyor? … Nisan 2018 itibari ile toplam dış ticaret açığı 142.2 milyon dolar olan KKTC kendi verilerini incelemeden neden hemen aynı faiz oranlarını uyguluyor? TC hükümeti TC bankalarını sübvansiye ederken neden KKTC hükümeti hiçbir önlem almıyor? Süreç oluruna bırakılmış ve hiçbir önlem alınmadan yerli bankalar ve kooperatifler zora sokulmuştur…

Faiz sorunu çözülmez değildir, hükümetin yapabilecekleri vardır. Hükümet çok rahat TC Merkez Bankası’nın faiz artırımını burada KKTC Merkez Bankası tarafından sorgusuz sualsiz uygulamasına izin vermeyebilir, bu ülkede şube bankacılığı yapan TC bankalarına da bu faiz artırımını uygulamayı yasaklayabilirdi. Bunu yapması halinde faiz oranları artmaz ve geriye dönük faizlerdeki sorun da, güncel sorun da ortaya çıkmazdı. Bunları yapamıyorsa faiz artırımından etkilenecek kooperatifleri ve yerli bankaları korumak için finansal destekte bulunabilirdi. Böylece TC devletinin Türkiye bankalarına yaptığı gibi geriye dönük faiz artışlarının olmamasını finanse etmiş olurdu. Hükümet, bunları yapmadığı gibi sanki kendi yapabileceği hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ediyor. Burada yapılması gereken, gerekli önlemleri almayan hükümete karşı etkin bir muhalefet örmekti, ne yazık ki kooperatif yöneticileri de birleşerek böyle bir baskı oluşturamadılar. Çünkü hükümet edenler, kooperatif yöneticilerini siyasal şantaj ile üyelerinin mağduriyeti arasına sıkıştırmıştır. Kendilerine yakın kurumların yöneticileri sayesinde böyle bir birlikteliği dinamitlerken kendi medya güçleri ile de üye ile kooperatif yöneticilerini karşı karşıya getirmeyi başarmışlardır. Böyle olunca da faiz krizinin esas sorumlusu hükümet, bu krizde sözü bile edilmeyen taraf olarak kalmayı başarmıştır…

Emekçiler açısından kriz ile birlikte deneyimlenen muazzam alımgücü düşüşlerini kalıcı bir biçimde sistem içinde çözebilmek zaten mümkün değil. Yine de, krizin bedelini emekçilere ödetmemek açısından alınabilecek önlemler başta konut, eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlardaki temel ihtiyaçlara dönük harcamalarda kurumsallaşmış refah uygulamalarını gündeme taşımaktır. Hükümet ise bu konularda herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Dahası, Eylül ayı itibariyle okulların açılması sonrasında pek çok devlet okulunda (ilkokul, ortaokul ve lise) yaşanan altyapı sorunları (bazı okulların çatısı çökmüştür) gündeme gelmiş ve dahası, devlet okullarında kayıt, kağıt, dergi, kırtasiye, kıyafet ve diploma paraları adı altında öğrencilerden ciddi miktarlarda paralar talep edilmiştir. Özel eğitim kuruluşlarına dönük teşvik uygulamarından taviz vermeyen hükümet, devlet okullarını kendi kaderine terk etmenin bahanesi olarak bütçe kısıtlılıklarını ve Türkiye’den beklenen paranın gelmemesini öne sürmeyi tercih etmiştir.

Burjuvazi

 Kriz sürecinde en net tavır alan kesim inşaat sermayesi olmuştur. İnşaat sektöründe krizden önce dahi yaşanan sorunlar, krizin doğurduğu keskin döviz (ve haliyle maliyet) artışı ile birlikte ciddi boyutlara ulaşmıştır. Öncelikle, çok keskin bir sektörel krizden söz etmek henüz mümkün değil. İnşaat sektörü, “inşaat patlaması” olarak anılan Annan Planı sonrası dönemde önemli bir sıçrama gerçekleştirmişti. Enflasyondan arındırılmış fiyatlarla dahi bakıldığında, örneğin 2006 yılında sektör, %68.12’lik devasa bir büyüme gerçekleştirmişti (karşılaştırmak bakımından, AKP döneminde inşaat sektörünün en fazla büyüdüğü yıl olan 2006’da oran %25.6). Elbette bu hızı korumak mümkün değildi. Yine de, gelişim dinamiğini 2008’e kadar koruyan inşaat sektörü, 2009 yılında ve global krizin de etkisiyle bir miktar düşüşe geçmişse de, 2010 ve 2011 yıllarını büyümeyle kapamış, 2014’e kadar kısmi bir düşüş göstermiş ve 2014 yılından sonra yeniden toparlanmaya başlamıştır (2017 ve 2018 verileri henüz yayınlanmış değil). Bu inşaat patlamasının mekansal olarak karşılığı büyük oranda Girne ve ardında da Lefkoşa idi. İnşaat sermayesinin kriz dönemi de dahil olmak üzere agresif nitelikteki girişimlerinin cüretkârlığı ise, bu iki bölgede biriken sermayenin, henüz inşaata ciddi biçimde açılmamış başta Mağusa, İskele ve Yeniboğaziçi bölgeleri olmak üzere değerlendirilmesine duyulan ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Yani inşaat sermayesini harekete geçiren sadece kriz değil aynı zamanda biriken sermayelerini değerlendirme ihtiyacı ve bu ihtiyacın gözettiği fırsatlar.

Mağusa, İskele ve Yeniboğaziçi bölgesine ilişkin kriz döneminde ana gündem maddelerinden biri olan “Emirname” (İmar planı olmayan bölgeler için, imar planı çıkana kadar o bölgeye yapılacak yatırımların sınırlarını ve niteliklerini düzenleyen geçici uygulama) etrafında dönen tartışmalar bunun en temel göstergesi. Sermayedarlardan birinin, Emirname’ye ilişkin hükümet tarafından düzenlenen bir bilgilendirme toplantısında “gerekirse 50 katlı binalar yapacağız, kabul edeceksiniz” söylemi, bu cüretin en net ifadesi. İşte böyle bir dönemde, hükümetin temel önlemlerinin inşaat sermayesine ilişkin olması şaşırtıcı değil. İnşaat işçilerinin tamamen örgütsüz olduğu, ekolojik kaygılardan öte bir toplumsal muhalefetin örülemediği ve Kıbrıs’ın güneyindeki komşumuzun konut sektöründeki “atılımları”nın meşruiyet sağlayıcı gücü ortadayken, inşaat sermayesinin ve onunla birlikte hareket eden büyük ticaret sermayesinin örgütlü ısrarı, kazanan tarafın kim olacağına dair aşikar ipuçları vermekte.

Kamu hizmetlerinin ve ithalât vergilerinin GSMH’deki payını düştükten sonra geriye kalan toplamın %20.32’sini tek başına oluşturan ‘Toptan ve Perakende Ticaret’ sektörünün ve onun önde gelen sermayedarlarının kriz bağlamında iki temel kaygısı ön plana çıkmıştır: 1 – Talebin daim kılınması, 2 – Neoliberal politikaların radikal bir biçimde uygulanması.

Talebin daim kılınması ticaret sermayesi için hayati bir konu, zira Kıbrıs’ın kuzeyinde ölçek bakımından kısıtlı nüfus yapısı, iç talep üzerinde ciddi sınırlılıklar doğuruyor. Dahası, ticaret sermayesinin tavizsizce öncülüğünü yaptığı neoliberal politikaların yol açacağı yoksullaşma ve alımgücünün düşmesi, iç talep üzerinde daha da ciddi bir baskı yaratıyor. Örnek vermek gerekirse, emekçiler içinde alımgücü en yüksek kesim kamu çalışanlarıydı. Ancak, Göç Yasası ve Türkiye ile KKTC arasında imzalanan protokollerle birlikte, hem ücretlerde düşüş yaşandı, hem de kamuda güvencesiz istihdamın oranı arttı. Bu da, iç talep üzerinde olumsuz bir baskı anlamına geliyor). Ticaret çevreleri, bu sorunu a) diğer sektörlerin (örneğin inşaat) gelişmesi (zira, inşaat sayısındaki artış, örneğin yapı/inşaat malzemesi ithalâtı yapan tüccarların satışlarını arttıracaktır); b) kısıtlı nüfusun sayısını arttırıp ölçek problemini bir nebze olsun giderecek olan dış talebin sürekli canlı tutulması (gerek ülkeye doğrudan gelen yabancı öğrencilerin sayısındaki artış ile, gerekse de, örneğin inşaat sektörünü canlandıracak olan yabancılara konut satışı gibi uygulamalarla) aracılığıyla aşmaya çalışıyor.

Kriz dönemi özelinde talebi besleyen bir başka unsur ise, Kıbrıs’ın güneyinden Kıbrıs’ın kuzeyine yaşanan geçişlerde ve geçenlerin yaptığı alışverişlerde yaşanan muazzam artış. Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan ve Euro kazanan Kıbrıslı Elenler, Türk lirasının değersizleşmesi nedeniyle en temel ihtiyaçları dahil olmak üzere alışverişlerinin bir kısmını Kıbrıs’ın kuzeyine kaydırmış durumdalar (Elbette bu durum, büyük oranda, sınır kentlerinde veya sınıra yakın yerleşim bölgelerinde yaşayanlar için geçerli). Örneğin Türk lirasının dramatik bir değer kaybı yaşadığı Ağustos ayında, Kıbrıslı Elenlerin Kıbrıs’ın kuzeyinde yaptığı harcamalar, tarihte ilk kez, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs’ın güneyinde yaptığı harcamaları geçmiş durumda (bu veriler, kredi kartı harcamaları üzerinden takip ediliyor zira nakit harcamaların takibini yapmak mümkün değil). Eylül ayında da aynı artış trendi sürdü ve bir önceki yılın Eylül ayına kıyasla, Kıbrıslı Elenlerin 2018 Eylül’ünde Kıbrıs’ın kuzeyinde harcadıkları parada %111 oranında bir artış gerçekleşti. Kıbrıslı Türk sermayesi için can simidi niteliğinde olan bu talebin önemi, iki yeni geçiş kapısının krizle birlikte hemen açılmasından da görülebilir. Bahsi geçen iki geçiş kapısının açılmasına dair yıllardır tabandan yürütülen mücadele ne yazık ki tek başına sonuç alıcı olmazken, krizle birlikte bu kapıların açılmasının hemen gündeme gelip sürecin hızla sonuçlandırılması ve kapıların açılması da manidardır.

İkinci noktaya, yani ticaret çevrelerinin neoliberal politikaların radikal bir biçimde uygulanmasında ısrarcı ve net olduğuna ilişkin noktaya gelecek olursak… Yazının Kıbrıs’ın kuzeyi ile ilgili bölümünün giriş kısmında da belirttiğimiz gibi, bu uygulamalar, yerli işgücü maliyetlerinin ve dolayısıyla yabancı işgücüne duyulan bağımlılığın azaltılmasını hedefliyor. Bu hedefin mantığı ise şu: Yabancı işgücü, düşük maliyet avantajına sahip olsa da, gelirlerinin önemli bir kısmını ya geldiği ülkeye, ailesine geri gönderiyor, ya da tasarruf niyetiyle, harcamaktan imtina ediyor (ki bir ülkeye geçici olarak gelen göçmen bir işçinin böyle bir tavır sergilemesi anlaşılırdır). Hâl böyle olunca, madalyonun bir yüzü düşen işgücü maliyetlerine dair avantajken, diğer yüzü ise, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan değerin/gelirin kaydadeğer bir kısmının ülke dışında değerlendirilmesine dair dezavantaj oluyor. İşte tam da bu sebepten, Kıbrıs’ın kuzeyinde neoliberal uygulamaların sermaye birikimi ile ilişkisinin, ırkçı/yabancı düşmanı/göçmen işçi düşmanı potansiyeline sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yani neoliberal dönüşüm sürecinin madalyonunun bir yüzünde “yerli” işgücünün (yani Kıbrıs’ın kuzeyinde temelli olarak ikâmet eden işgücünün) gittikçe proleterleşmesi süreci varken, öteki yüzünde de göçmen işçi düşmanlığı yatıyor. Yabancı işçilerden “prim” kalemi (yani emeklilik yatırımı) olarak kesilen ve ihtiyat sandığında biriken paranın, “yerli istihdamı teşvik” adı altında KKTC vatandaşı olan işgücünü istihdam eden patronlara kanalize edilmesi gündemde ve bunu gündeme taşıyan da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın bizatihi kendisi.

Sendikalar

 Kıbrıs’ın kuzeyinde sendikal örgütlenme, neredeyse tamamen kamu sektörüne sıkışmış durumda. Kamu sektöründeki maaşların ve özlük haklarının, 2011 yılından itibaren kamuda istihdam edilen emekçileri kapsayacak bir biçimde Göç Yasası ile ciddi anlamda erozyona uğramasını bir kenara koyarsak, kamu sektörü 2011 öncesi işe giren kamu emekçileri için görece sağlıklı çalışma koşulları, haklar ve ücretler sağlıyordu. Bu da kamudaki sendikaların militan bir karaktere sahip olmamasının, bürokratikleşmesinin ve sendikal mücadeleyi yasal sınırların içinde tutmasının maddi zeminini oluşturuyordu. Buna paralel olarak sendikal yönetimler de, kamu sektörünün dışında gelişen –ve çapı ve boyutları her geçen dün derinleşen- emek piyasası ve bununla bağlantılı olarak emek-sermaye ilişkileri konusunda hiçbir ciddi çalışma ortaya koymadıklarından, her türden özel sektör çalışanları ve kayıtdışı çalışanların gözünde meşruiyetlerini gün geçtikçe yitirmektedirler. Dahası, belli başlı sendikal çevrelerde, bir önceki kısımda sözünü ettiğimiz “yabancı düşmanlığı”nı besleyecek türden bir “Kıbrıslı milliyetçiliği” eğiliminin var olması, bunun da Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine uyguladığı dayatmacı ekonomi politikaları ve asimilasyon uygulamaları ile meşrulaştırılmaya çalışılması, sendikal hareketin göçmen işçilerin gözünde patronlardan bile daha tehlikeli kesimler olarak algılanmasına yol açıyor.

Sendikaların yaşadığı meşruiyet kaybı, kriz döneminde Sendikal Platform’un ve sonrasında da bu Platform’a bağlı bazı sendikaların ve sendikacıların aldığı tavır ile daha da derinleşmiştir. Sendikal Platform, krizin yoğunlaşmasıyla birlikte bir eylem çağrısı yapmış, bu çağrının odak noktasına da Kıbrıs sorununun çözümünü koymuştur. Emek temelli mücadelenin keskinleştirilme potansiyelinin çok yüksek olduğu böylesi bir kriz döneminde, Sendikal Platform’un sınıflarüstü bir “çözüm” vurgusu ile hareket etmesi, eylemin ana sloganını “Tek Yol Federal Kıbrıs” olarak belirlemesi ve dahası, eylemin bir parçası olarak yayınlanan talepler listesinde emeğin haklarına dair söylem düzeyinde dahi net bir tavır olmaması, on binlerce işçiyi ve onlarca sendikayı bünyesinde barındıran bu Platform’un krizin en keskin dönemindeki eyleminde katılımın 300-400 civarında kişi ile sınırlı kalmasına yol açmıştır.

Sendikal Platform, bu eylemin başarısızlığına dair herhangi bir kamusal özeleştiri sunmamıştır. Dahası, sonrasında “kriz ithâldir, Türk lirası kaynaklıdır, Euro’ya geçersek sorunlar çözülür” ya da “AB’ye girersek durumumuz düzelir” türü çıkışlar yapılmıştır. Yetmemiş, bazı sendikacılar, ülkede neoliberal politikaların yol açtığı yoksullaşma, işsizlik, güvencesizleşme ve yabancılaşma ile birlikte tetiklenen yozlaşma ve suç oranlarındaki artışa dönük hükümetin ve polisin giriştiği güvenlikçi uygulamaları (“huzur operasyonları”, mobese kameraların ülkeyi donatmasına dair yasanın geçirilmesi) alkış tutmuşlardır. Krize karşı emek temelli bir direnişi örgütlemek yerine “Euro’ya geçilsin” tarzı ‘teknik’ tartışmaların içinde boğulunmuştur. Son olarak, sendikalar, emekçilerin haklarının, ücretlerinin, işlerinin ve güvencelerinin topyekün saldırı altında olma potansiyeli taşıdığı bu kriz döneminde, bütün emekçileri kapsayacak türden stratejileri geliştirip özel sektör çalışanları karşısındaki zayıf meşruiyetlerinin arttırmak ve tüm emekçilere öncülük etmek ve özel sektörde sendikalaşma mücadelesi vermek yerine, kriz döneminde bütün emek temelli çıkışlarını sadece örgütlü oldukları kamu işyerlerinde gerçekleştirmişlerdir.

Siyasi Partiler

Kriz döneminde sokağa emek temelli bir yaklaşımla çağrı yapan tek siyasi parti Bağımsızlık Yolu olmuştur. “Bu Krizin Bedelini Biz Ödemeyeceğiz” sloganıyla çağrısı yapılan “Pahalılığı Protesto Mitingi”ne katılım 200-250 kişi civarında gerçekleşmiştir. Bu sayıyı ifade ederken, Bağımsızlık Yolu’nun Haziran 2018 tarihinde kurulan yeni bir siyasi parti olduğunu ve mitingi de tek başına organize ettiğini akılda tutmak gerekir. Mitingde dile getirilen iki talep listesi (emekçilerin taleplerine ilişkin bir liste ve bu taleplerin nasıl karşılanacağına ilişkin bir liste), kriz içinde verilecek ideolojik mücadelenin emek-sermaye çelişkisi temelinde kurulmasına dönük anlamlı bir katkı olmuştur.

Sonuç

 Türk lirasının değerinin biraz da olsun toparlanmasıyla, krizin sarsıntısı bir nebze olsun durulmuşa benziyor. Yine de döviz kurunun kriz öncesine kıyasla yüksek bir noktada sabitlendiğini ve dahası krizin reel ekonomiye ve bankacılık sektörüne dönük orta ve uzun vadeli etkilerini henüz deneyimlemediğimizi göz önünde bulundurduğumuzda, bu yazıya kesin bir “sonuç” yazmak da anlamlı olmayacaktır; zira kriz halâ sürüyor. Dahası, özelde Türkiye’de krizin nasıl devam edip etkileriyle nasıl başedileceği ve genelde “dünya çapında resesyon yılı” olması kuvvetle muhtemel 2019’da global ölçekte ne gibi gelişmeler yaşanacağı Kıbrıs’ın kuzeyindeki krizin gidişatını derinden etkileyecek diğer faktörler.

Krizin bedelini kimin ve nasıl ödeyeceği ise, teknik bir tartışma değil, emek ile sermaye arasındaki mücadelenin seyri ile şekillenecek bir mesele.

Celal Özkızan

Bağımsızlık Yolu Üyesi