En başta şunu söyleyelim: Türk lirasının ciddi bir biçimde değer kaybı yaşaması “siyasi bir komplo” değildir. Değer kazanan Türk lirası karşısındaki para birimleri değil, değer kaybeden Türk lirasının kendisidir. Türk lirası, dünyadaki birkaç para birimi dışında nerdeyse her para birimine karşı son dönemde değer kaybetmektedir.
Türkiye, 2001 yılı ile birlikte girdiği krizinin üstesinden, bizzat AKP’nin kendisinin uyguladığı “IMF reçetesi” ile gelip, aşağıda açıklayacağımız birikim modeli ile iktidarının yolunu çizmişti. AKP’nin ekonomik başarı dönemi belki bir avuç sermaye grubunu daha da zengin etmiş ve AKP etrafında kümelenmiş sermayedarlardan yeni türedi zenginler ortaya çıkarmıştı, ancak bunu mümkün kılan şey, Türkiye’nin yakın tarihinin gördüğü en düşük sendikalaşma oranları, şiddetle bastırılan grevler, işçilerin en sıradan hak mücadelelerinin bile kriminalize edilmesiydi.
Ayrıca, bütün yargı, yürütme ve yasama sisteminin tamamen emekçi düşmanı bir biçimde dizayn edilmesini sağlayacak adımların atılmasıydı. Türkiye Odalar Borsalar Birliği Rifat Hisarcıklıoğlu’nun geçtiğimiz haftalarda bir gazeteye verdiği röportajda söylediği sözler, yoruma yer bırakmayacak derecede açık ve net: “Özellikle iş mahkemelerindeki davalarda, işveren yüzde 99 haksız çıkıyordu. Bunu değistirmek üzere zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık.” Aynı şekilde, Erdoğan’ın geçenlerde bir konuşmasında sarf ettiği “O zaman fabrikalar sürekli greve giderdi, biz anında müdahalemizi yapıyoruz” sözü, bir başka gösterge. İşin en acıklısı ise, gerek sosyal refah devletinin altının daha da oyularak yerine konan lütuf ekonomisinin “yoksullukla mücadele” diye yutturulması, gerekse de “demokratikleşme” ve “askeri vesayete karşı mücadele” gibi ideolojik manipülasyonların yarattığı manevra alanları sayesinde, AKP’nin emekçileri içine çektiği yangın yeri pek çok kişiye cennet gibi görünmüştür.
Şimdi gelelim AKP’nin “ekonomik başarı” diye adlandırılan birikim modelinin temeline:
Ekonomist Ümit Akçay’a göre, bu birikim modeli “düşük faiz ile değerli TL’nin aynı anda olabildiği özgün koşullara dayanıyordu. Bu sayede, 2001’den beri, finansal kapsayıcılığı artırmak ya da yoksulları da borç ilişkisine dahil etmek için faizlerin düşürülmesi zorunluluğu, TL’nin değersizleşmesi baskısı ile karşılaşmıyordu. Bunun nedeni uluslararası konjonktürün elverişli olmasıydı.” Kısacası, 2001 krizinin acı reçetesinin yarattığı güvencesiz çalışma koşulları ve reel ücretlerin görece olarak düşmesi, vatandaşın alımgücünü doğrudan düşürmemişti çünkü borçlandırma aracılığıyla, çok daha geniş -ve yoksul- kitleler borçluluk ilişkisinin içine çekilmişlerdi.
Yaşamlarını ancak borçlanarak sürdürebilen kitleler, bu sefer de borçlarını ödeyebilmek adına, daha da güvencesiz çalışma koşullarına boyun eğmek durumunda kalıyorlardı. Bu da, sermayenin emek karşısında daha da güçlenmesine, bütün kurumların ve devlet organlarının sermaye lehine yeniden dizayn edilmesine dayanıyordu.
Dahası, borçlanma ilişkisinin yarattığı yeni alanlar tüketimi, düşük faizli politikalar ise yatırımları tetikliyordu. Ancak borçluluk ve finansallaşma ekonomisi, piyasaların istikrarını ve anti-enflasyonist sıkı para politikalarını en büyük öncelik haline getirir: yükselen işsizlik, büyüyen sefalet ve cehennemi çalışma koşullarının bir önemi yoktur artık; önemsenen tek şey, finansal istikrardır. Bu istikrar arayışı, daha da acıklısı, borçluluk içinde yüzen emekçiler için de geçerlidir, elbette bir alternatifin yokluğunda.
Alternatifin mevcut olmadığı durumlarda, “istikrar”, borçlu emekçinin tutunabileceği tek daldır zira borçluluk, her şeyden çok, öngörülebilirliği gerektirir. AKP’nin “istikrar” söyleminin bir söylemden öte maddi bir gerçekliğe sahip olmasının ve emekçilerin kaydadeğer bir kısmından da oy koparabilmesinin sebebi budur.
Alternatif meselesinden bahis açılmışken, geçerken bir not düşelim. Yukarda da belirtildiği gibi, AKP, IMF reçetelerini ve yıkıcı neoliberal politikaları uygulamak dışında bir “mucize” yaratmamıştı aslında. Ancak kendi gücünü, “demokratikleşme” ve “askeri vesayet karşıtlığı” gibi soyut söylemlere dayandırarak, pek çok kesime çekici gelmişti. Bugün ise, artık AKP’nin kendisinin demokrasi karşıtlığının kalesi olduğu günlerde,
Muharrem İnce ve Meral Akşener gibi isimler aynı çekiciliği uyandırıyor insanlarda. Ancak tıpkı AKP’nin 2002’de iktidara geldikten sonra yaptığı gibi, ileri bir kriz durumunda bu gibi isimlerin de IMF ve türevlerinin önerdiğine benzer “yapısal reform” programları uygulayacağı ve neoliberal çerçeveden ayrılmayacağı gün gibi ortada. Elbette krizin derinleşmesiyle birlikte, “bildik politikalar” bile durumu toparlamaya yetmeyebilir, orası ayrı.
Yani, olur da AKP ve Erdoğan yerini bu tür aktörlere bırakırsa, önümüzdeki 10-15 seneyi de “AKP’nin anti demokratik pisliklerini temizlemek” adı altında emekçileri daha da yoksullaştıracak ve güvencesizleştirecek politikalara bırakmak dışında bir alternatif gözükmüyor ne yazık ki Türkiye’de. Emek hareketine dayanan, mücadelesini soyut “demokratikleşme” gibi zeminlere dayandırmak yerine somut bir emek-sermaye karşıtlığı ve sınıf mücadelesine dayandıran bir alternatif gelişmediği müddetçe de, bu kısır döngünün kendini sürdürmesi ve emekçilerin de, yemeğin üzerine ne kadar tuz atalım diye tartışıp durmaktan, yemeğin kendisinin yitip gitmekte olduğunu gözden kaçırmaları olası.
Peki Türk lirası neden değer kaybediyor?
Her şeyden önce, değerli TL ile düşük faizin aynı anda var olabileceği özgün koşullar ortadan kalktığı için. İkincisi, faiz yükseltme seçeneğinin, pek çok bilmiş ekonomistin söylediğinin aksine, Türkiye’nin AKP döneminde temelleri atılan ve zaten krizde olan “birikim modelini” iyice krize sokacağı için; zira yukarda da açıklandığı gibi, finansallaşmanın kapsama alanının genişlemesi ve borç temelli büyümenin genişlemesiydi ekonomik “başarının” sırrı.
Faizleri yükseltmek, daha ileri borçlanmanın (hem şirketler hem de vatandaşlar için) önünü kesecek, hem de düşük krediler üzerinden imparatorluğunu kuran inşaat sektörü ve hayata tutunmaya çalışan küçük işletmelerin canına okuyacak. Elbette bu durumda herkes kaybetmeyecek; zira kapitalist ekonomilerde, en derin kriz zamanlarında bile, kazanan olur.
Örneğin ihracat odaklı firmaların ve finansal kuruluşların hareket alanı genişleyecek. Ancak yine de bu durum krizi çözmek bir yana, daha da derinleştirecek.
Dahası, bu finansallaşma modeline dayanan pek çok unsur da kendi içinde ayrı ayrı krizler yaşıyor. Hem bu krizler ana krizi tetikliyor, hem ana kriz, bu alt krizleri tetikliyor. Döviz yükseldikçe, inşaat maliyetleri artıyor. Ancak borçlanmanın sınırlarına dokundukça, vatandaşın zaten suni olan alımgücü ve haliyle de talep düşüyor, bu da ev fiyatlarının aşağıya çekilmesini zorunda kılıyor ve kârlılık azalıyor.
Ekonomik büyüme bir yana, uzun yıllardan sonra Türkiye ekonomisinde ilk kez ekonomik daralmalar görülmeye başlandı. Pek çok firma ya iflas ediyor ya da borçlarının yeniden yapılandırılmasını talep ediyor. İşsizlik görülmedik boyutlarda.
Peki çözüm ne?
Şimdilik öngörmek mümkün değil. Erdoğan’ın ısrarlı faizi düşürme çağrısı da, “ekonomik körlükten” ziyade, yukarda açıklanan birikim modelinin mantığını yansıtıyor. Merkez Bankası’nın buna rağmen faiz yükseltmesi ise, beyhude bir çabadan öteye geçmiyor.
Bu anlatılanlar, elbette işin bir boyutu.
Türkiye’nin neden bu türden bir birikim modeline yaslandığı, hem genel anlamda neoliberalizme içkin finansallaşmanın hegemonyasıyla ilintili, hem de kapitalist uluslararası işbölümü içinde Türkiye’nin bulunduğu konum ile ilintili. Günümüzde bu işbölümü, hem tek tek ülkeleri, en “rekabetçi” olabilecekleri (yani işçileri en yoğun bir biçimde sömürebilecekleri) alanlara itiyor (ki Türkiye için bu gıda, tekstil ve beyaz eşya demek) ve uluslararası çapta belirli bir bağımlılık ilişkisi inşa ediliyor, hem de finansallaşmanın artan boyutlarıyla birlikte borçluluk ilişkini kamçılıyor ve “sıcak para”nın manevra alanını genişletiyor.
Elbette Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını ve özelliklerini bir köşe yazısında ayrıntısıyla açıklamak mümkün değil. Ancak bu açıklamayı çok kısa olarak da olsa yapmaktaki amaç, toplumsal ve ekonomik yapıları açıklamak yerine kestirme analizlere yönelinmesinin tehlikelerini göstermek. Nedir bu kestirme analizler? Mesela “ekonomi çok iyi ama dış güçler ekonomiyi krize sokuyor”; mesela “Erdoğan ekonomiden anlamadığı için kriz önlenemiyor; faiz yükseltilse sorunlar bir nebze de olsa hafifleyecek”; mesela “ülkede demokratikleşme ihtiyacı olduğu için ekonomik kriz var”…
***
Yazıyı bitirmeden evvel, Kıbrıs’ın kuzeyiyle ilgili kısa bir not düşelim. Türk lirası kullandığımızdan ve dış ticaretimizin büyük çoğunluğu Türkiye ile olduğundan, elbette Türkiye’nin bu krizle nasıl başedeceği bizi doğrudan etkileyecek. Ancak meseleyi “Euro’ya geçmek” ya da “çare çözüm” gibi laflarla açıklamak, absürd bir nitelik taşıyor. Euro’ya geçmek sorunları çözseydi, Kıbrıs Cumhuriyeti ekonomik krizi yaşamazdı (ki şimdi atlatılmış görünen bu kriz, güneyde maaşların düşürülmesi, çalışma koşullarının kötüleşmesi ve işsizlik ile göçün artmasına yol açarak “çözüldü”); euro’ya geçmek sorunları çözseydi, Yunanistan ve İspanya gibi ülkeler korkunç işsizlik ve kriz koşullarında bulunmazlardı. Türk lirası nasıl bizim kontrolümüzde değilse, Euro’yu da biz yönetmeyeceğiz haliyle. Çözüm meselesine gelince; ya ben gözden kaçırıyorum ya da “çare çözüm” diyenlerin bildiği bir sır var; zira ben müzakere masasında olası birleşik Kıbrıs’ın ekonomik geleceğiyle ilgili herhangi bir meselenin gündeme taşındığını görmüş değilim.
Diyeceğimiz odur ki, kestirme yollara ve kolaycı analizlere kaçmak yerine, özelde Kıbrıs’ın kuzeyinin ve genelde Kıbrıs’ın toplumsal ve ekonomik yapısını çözümlemeli ve hem içinde bulunduğumuz durumu, hem de bundan çıkış yollarını buna göre düşünmeliyiz.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu üyesi