Nasıl ki, sanayi devrimi tekerleğin icadıyla ilgiliyse bugün yaşanan toplumsal mücadeleler de geçmiştekilerden bağımsız değildir. Çünkü tarih, sadece geçmişle ilgili değil aynı zamanda gelecekle de ilgilidir ve tarihi yapan toplumların yaşamını birbirinden kopuk süreçler olarak ele alamayız. Gerek bugünün muhalif hareketleri gerekse de muhalefet olmanın ötesinde sistemin değiştirilmesini savunan 21. yüzyılın sosyalist örgütleri sağlıklı bir mücadele verebilmek için 20. yüzyılı ve ona damgasını vuran dünya sosyalist hareketini eleştirel bir mantıkla yakından incelemelidir. Özellikle de liberalizmin tarihi yalanlarla tahrif edip kapitalizm dışında bir sistemin mümkün olamayacağı fikrini tek doğru olarak sunmaya çalıştığı koşullarda. Tarih, aynı zamanda egemenlerle ezilenlerin mücadele ettiği alanlardan da biridir ve bu sebeple, ezilenlerin tarihini bilmek politik bir ihtiyaçtır da.
20. Yüzyıl Devrimlerine Kısa Bir Bakış
İnsanlığın asırlardır önüne bir hedef olarak koyduğu eşitlikçi ve özgür bir dünya için 20. yüzyılda önemli adımlar atılmıştır. Özgürlüğün ve eşitliğin hüküm süreceği bir dünyanın nasıl oluşabileceğiyle ilgili tartışmalar 19. yüzyılda teorik bir çerçeveye oturtulunca, ardından gelen yüzyıl bu mücadelenin hızla yükseldiği bir dönem oldu. 1900’lü yıllar, fikirsel gücüyle beraber marksizmin somut zaferlerine sahne oldu. İnişli çıkışlı bir mücadele dönemi olan 20. yüzyıl devrimleri 1917 Ekim Devrimi ile başladı. İnsanlığın ilerlemesinde çok büyük bir atılım olan Ekim Devrimi, farklı ülkelerdeki gerek sosyalist gerekse de monarşi karşıtı cumhuriyetçi hareketlerin güçlenmesine de büyük katkı sağladı. İmparatorlukların yıkılıp cumhuriyetlerin kurulmasında Ekim Devrimi’nin katkısını kimse inkar edemez. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti bunun en somut örneklerinden biridir. 1917 Sovyet Devrimi’ni, her ne kadar kısa ömürlü olsalar da 1918 ve 1919 yıllarında yaşanan Alman ve Macar devrimleri izledi. Bu kısa ömürlü devrimleri ise faşizme karşı direnişin içinden doğan ve 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından doğu Avrupa’da kurulan Yugoslavya, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk gibi sosyalist devletler, 1948’de kurulan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, 1949’ta Çin’de, 1959 yılı başında Küba’da, emperyalizme karşı savaşın ardından 1976’da Vietnam’da, 1979’da Nikaragua’da gerçekleşen devrimler izledi. Bunların dışında özellikle Asya ve Afrika’da sosyalist karakterli çok sayıda bağımsızlık mücadelesi zaferle sonuçlandı. Bu kısa yazıda örnek olarak yazılanlar öne çıkan devrimci mücadelelerden sadece bazılarıdır. 20. yüzyılda, dünya ülkelerinin üçte birinden fazlasının kendini sosyalist olarak tanımladığı ve kapitalist ekonomi dışında bir model yaratamaya çabaladığı bir dönem yaşandı. Tüm bunların yanında yenilgiyle sonuçlanan ama yakaladığı yükselişle önemli etkileri olan devrimci mücadeleler de vardı. 1936-39 yılları arasında İspanya’da, 1945-49 arası Yunanistan’da yaşanan iç savaşlar(Yunan iç savaşının kaybedilmesinde Yunanistan Komünist Partisi ve Stalin’in rolü büyüktür), 1968’den itibaren pek çok ülkede yükselen hareketler, 1970-73 arasında Şili’de Marksist Allende başkanlığındaki hükümet deneyimi, 70’ler, 80’ler ve 90’larda, özellikle Afrika ve Latin Amerika’da ikili iktidar durumu yaratmış gerilla hareketleri de aldıkları yenilgi ve geri çekilişlere rağmen önemli deneyimler oldu. Bunlarım bazıları bugün dahi çeşitli şekillerde devam etmektedir.
Ancak, bir tarafta sosyalizmin dünya çapındaki etkisini arttıran bu deneyimler yaşanırken, bir taraftan da itibar kaybetmesine sebep olan gelişmeler yaşandı. Sosyalist ülke ve hareketler içinde yaşanan çeşitli krizler mücadelenin yükselişini tersine çevirdi. Soğuk savaşın da etkisiyle ekonomilerinin önemli bir bölümünü silahlanmaya ayıran, militer, bürokratik, baskıcı ve dışa kapalı bir sosyalizm anlayışının giderek yayılması, Sovyetler Birliği’nin diğer sosyalist ülkelere yönelik baskıcı ve kimi zaman işgallere varan tutumu, batı Avrupa’daki komünist hareketin sosyal demokrasi içinde eriyip kapitalizmle uyumlu hale gelmesi, Çin’in devlet kontrolünde bir piyasa ekonomisine yönelişi, Sovyetler Birliği ve Çin arasında yaşanan gerilim ve bu gerilimin çok sayıda sosyalist ülke ve harekete uzanması, Kuzey Kore’de yönetimin monarşi benzeri bir hanedanlığa dönüşmesi, Angola ve Vietnam gibi geri kalmış ülkelerin ekonomik sıkıntıları, Bulgaristan’daki gibi kimi sosyalist ülkelerde milliyetçi bir anlayışla farklı etnik grupların dil ve kültürlerinin yasaklanması, Kamboçya’daki Kızıl Kmerler gibi kör bir şiddet üzerinden yüz binlerce insanı öldüren gerici örgütlerin sosyalist olduklarını iddia etmesi (Maocu hareketler şiddet anlayışlarıyla genel olarak sorunludur denilebilir) ve benzeri gelişmeler sosyalist hareketin her anlamda güç kaybetmesini beraberinde getirdi. Ve nihayetinde 1989’da Doğu Almanya ile başlayan ve tüm Doğu Bloku ülkeleriyle beraber SSCB’nin de dağılmasıyla sonuçlanan süreç sosyalizmin bugünkü zayıf hale gelmesine sebep oldu. Yüzyılın ilk çeyreğinde önemli bir mevzi kazanıp giderek güçlenen devrimci hareket, aynı yüzyılın sonunda elinde tuttuğu cephelerin neredeyse tamamını yitirdi. Öte yandan, bu yenilginin sadece sosyalist hareketin kendi yanlışlarından değil, daha da fazla ABD öncülüğündeki emperyalist kapitalizmin darbe, işgal, ekonomik ambargo, faşizm, dinsel gericilik, katliam, bilgi kirliliği gibi en aşağılık yöntemleri kullanarak yürüttüğü saldılar sonucunda yaşandığını da unutmayalım. Ancak kaybedilen cephelere rağmen savaş kaybedilmiş değil.
Denedin, Yenildin. Yine Dene, Ama Önce…
Reel sosyalist deneyimler çökse de, emek ve doğanın sermaye ile olan çelişkisi ile marksizmin fikirsel gücü yeni devrimler için hala ezilenlerin önünde duruyor. Üstelik sadece olumsuz boyutlarıyla ele alınan çöküş süreci, bugünün mücadeleleri için aynı hataları yapmamak açısından önemli dersler barındırıyor. Fakat çöküşten ders çıkarması gerekenler önemli bir bölümü ya derse girmiyor ya da okulu çoktan bırakmış durumdalar. SSCB’nin çöküşüne kadar sosyalizmi savunan çok sayıda parti, geçmişlerinden utangaç bir şekilde kaçarak sosyalizmi es geçen ama hala sol olduğunu iddia ettikleri liberalizme bulanmış postmodern bir politik hatta yöneldi. Sosyalizmi savunanların önemli bir bölümü ise ya yaşanmamış saydığı geçmişten bahsetmeden ya da geçmişin yanlışlarını görmezden gelerek devrim yapma derdinde. İkisinin de bir faydası yok bence.
Çünkü marksizmi 20. yüzyılda yaşanmış sosyalist deneyimleri görmezden gelerek, yani tarihten kaçarak savunamayız. Zaten kaçınılan bu tarih, özeleştiri yapılacak türlü olumsuzluklarına rağmen özellikle bugün daha da fazla sahip çıkılması gereken olumlu örneklerle de dolu. Barış mücadelesi bunların başında geliyor. Kapitalizm her ne kadar aksini yaymak için tüm gücüyle uğraşsa da, iki paylaşım savaşına da son veren büyük ölçüde SSCB, yani sosyalistlerdir. Soğuk savaş dönemine rağmen 20. yüzyılda hiç bir siyasal grup dünya barışı için sosyalistler kadar çaba sarf etmemiştir. Soğuk savaşın ne kadar soğuk olduğu zaten ayrı bir tartışma. Öte yandan, her ne kadar neo-liberal politikalarla çoğu geriye doğru götürülse de çalışanların bugün sahip olduğu hakların kazanılmasında sosyalistlerin payı nasıl görmezden gelinebilir? Hem sosyalist ülkelerin hem de kapitalist ülkelerdeki sosyalist hareketlerin işçi haklarına sağladığı katkıyı kimse inkar edemez. Kadın hareketi açısından da sosyalistlerin yüzü aktır. Pek çok ülkede kadın hareketinin yükselişinde sosyalist kadınlarla beraber devrimciler baş roldedir. Faşizmin ve ırkçılığın karşısında öncü olanlar da, sömürgecilik karşıtı mücadelede ezilen halkların yanında olanlar da yine devrimcilerdi. O kadar ki, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” formüle eden zaten Lenin’dir. Sömürge ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmasında ve yeni sömürgecilik karşısında bağımsızlıklarının korunmasında sosyalizmin rolünü görmek içinse 90’lar sonrası dünyaya bakmak yeter. Öte yandan yoksul Küba’nın bugününden de anlaşılacağı gibi yirminci yüzyılın sosyalist ülkelerinde halkın eğitim ve sağlık hakkı kapitalist ülkelerin bugününün bile ilerisindeydi. Barınma, elektrik, su, ulaşım, spor, sanat gibi ihtiyaçları karşılamak ise her şeyin para üstünden satıldığı günümüzle kıyaslanamazdı. Hangi ülkeden olduğu fark etmeksizin sanatta, sporda, bilimde dünya çapında uluslararası üne kavuşmuş komünistlere de bakılabilir istenirse. Birçok farklı konuda daha liste uzatılabilir. Kısacası, tüm hatalarına ve eksikliklerine rağmen dünya sosyalist hareketinin geçmişi devrimciler açısından gurur duyulacak çok sayıda örneği de barındırıyor. Unutturulmak isteneler de bunlardır zaten.
Sırf savunulamayacak hataları olduğu-ki bunlar görmezden gelinemeyecek hatalardır- ve sarsıcı bir yenilgiyi barındırdığı için sosyalist hareketin geçmişi egemenlerin insafına bırakılamaz. Bırakılırsa, sahip çıkılacak bir gelecek de mümkün olamaz. Kapitalizmin yarattığı sorunların her geçen gün daha da arttığı koşullarda dünyamız şimdi yaşananlarla beraber yeni isyanlara da gebedir. Bu isyanların sosyalizme yönelebilmesi ise dünya devrimci hareketinin geçmişiyle yüzleşebilmesine bağlıdır. Çünkü devrimcilik ne geçmişten ne de özeleştiriden kaçmaktır. Zaten o geçmiş, sadece özeleştiri için değil, aynı zamandan kapitalizmin karşısına çıkarılabilecek olumlu örnekleri görmek için de geri dönüp bakılması gereken bir tarihtir.
Not: Resimde görülen ve önceden Sovyetler Birliği’nin Madrid Elçiliği’nde bulunan Marx ve Lenin heykeli, SSCB dağıldıktan sonra Bask özerk bölgesindeki bir işçi mahallesi olan Otxarkoaga’daki bir parka yerleştirildi. Heykelinin üstündeki mermer plakada, bir şarkıdan alınan şu sözler yazıyor:
“Bizlerin doğduğu gövdenin aynısından
Kavgaya devam edecek genç dallar doğacak..”
Ali Şahin
Bağımsızlık Yolu Örgütlenme Sekreteri