Attığım başlık yanıltmasın sizi…
Bu yazıda bir öğretmen edasıyla “Soma’dan çıkarılması gereken dersler” temalı bir yazı yazmayacağım…
Kendimi de tamamen içine kattığım bir öğrenme süreci bu…
Bazı bildiğimi düşündüğüm şeyler ise daha da canlı, acı ve derinlemesine nüfuz etmiş durumda zihnime…
***
Neoliberalizmin en görünür yüzlerinden biri özelleştirmeler diğeri de özelde taşeronlaştırma genelde ise istihdam ilişkilerinin emekçi aleyhine ve sermaye lehine yeniden düzenlenmesidir…
Bu iki neoliberal uygulama işin gerçekten en görünen yüzüdür çünkü özelleştirmeler kamusal olan her şeyi yok eden bir canavar gibi ortada dolaşırken, taşeronlaştırma ve diğer çeşit türlü güvencesiz/”esnek” çalıştırma koşulları ise özel sektörü emekçiler için bir kabusa çevirir…
Örneğin Türkiye’de maden alanında, özelleştirme ve taşeronlaştırmadan sonra iş cinayetleri sonucu ölümler yüzde 40 oranında arttı…
Patronlar daha çok kâr yapabilmek için, hepimizin bildiği gibi, en çok “işçi maliyetlerine” (bu sözü tırnak içinde kullandım çünkü işçilerin, yani insanların “maliyet” olarak görülmesi kabul edilemez) göz dikiyorlar : ücretleri düşürüyorlar, her türlü ödeneği (hamilelik izni, yıpranma payı, ücretli izin, yemek, yol gibi) kısıtlıyor hatta ortadan kaldırıyorlar, sigorta yapmıyorlar, para harcamamak adına iş güvenliği açısından önlemleri almıyorlar…
Emekçilerin ise tüm bunlara karşı en temel direniş odakları sendika…
Sendikalar (elbette renkleri sarı ve lakapları yandaş değilse) emekçilerin her türden haklarının, getirilerinin, ödeneklerinin, güvencelerinin ve hayatlarının denetimi açısından çok önemli birer işleve sahipler…
Ancak Türkiye’de, 80 öncesinin güçlü sendika örgütlenmeleri çok önemli bir kazanımken, sonrasındaki askeri darbe destekli neoliberal dönemin (yani meşhur Özal’lı yılların) başlamasıyla sendikaya üye olma sayılarında akıl almaz bir düşüş yaşanmaya başlıyor; bugün geride kalan pek çok sendika da sarı sendika zaten…
Tam da bu noktadan meseleyi Kıbrıs’a bağlamaya başlayabiliriz mesela; Kıbrıs’ın kuzeyindeki sendikalar pek çok sıkıntıya sahip olmakla birlikte (mesela en önemlisi, özelde örgütlenmek için ciddi bir çaba ortaya koymamaları) hala emekçilerin en önemli güvencesi konumundalar…
Bu açıdan düşündüğümüzde, son yıllarda sendikalara dönük –sağdan soldan- gelen eleştirilerin pek çoğunu iyi niyetle okumak mümkün değil çünkü akıllara Türkiye’de sendikaların nasıl etkisizleştirildiği ve bunun da neoliberal uygulamaların (tıpkı bizdeki gibi) gerçekleştirilmeye çalışıldığı süreçte yapıldığı geliyor hemen…
***
Hatırlayacaksınız, kısa bir süre önce TDP milletvekili Zeki Çeler, özel sektörde sendikalaşmanın önünü açacak bir yasa önerisinde bulunacağını dile getirmiş ve gerekçe olarak –ki bu gerekçeyi zaten hepimiz biliyoruz- özel sektördeki yoğun emek sömürüsünden söz etmişti…
Kıbrıs’ta özel sektörde az veya çok çalışmış herkes (ya da çalışan tanıdığı olan herkes) özel sektörün bir emekçi için nasıl bir kabus olduğunu çok iyi bilir : Patronların aşağılamaları ve muameleleri, her an işten atılma tehdidi, gecelere kadar süren uzun mesailer, cumartesileri ve hatta bazen pazar günleri dahi mesai, pek çok zaman güvencesiz ve sigortasız çalışma… Kısacası orda çalışan emekçilerin suyu, bir sünger misalı sıkılıyor…
O yüzdendir ya, özel sektördeki emekçiler ilk fırsatta, o çok sövdüğümüz kamu sektörüne girebilmek için uğraşıyorlar…
Bu çok doğal çünkü, özelde çalışmak, sendikasız çalışmak, neoliberal bir çerçevede şekillenmiş iş ilişkilerinin en yoğun olduğu özel sektörde çalışmak ancak bir mazoşist için kabul edilebilir olurdu…
***
Ne ilginçtir ki bu olumlu adıma ilk tepki, “yarası olan gocunur” misali, bir patrondan, Gizem Çeliker Akandere isimli bir kişiden geldi…
İsmini açık açık yazdım çünkü söyledikleri basında da haber oldu ve zaten derdimiz kişisel olarak kendisiyle değil, temsil ettiği patron/sermaye zihniyetiyle…
Zira bu şahıs, aynı zamanda Genç İşadamları Derneği’nin başkanlığını da yapmış; yani bugünün minik, yarının ablaları abileri gibi “büyük” patronların derneği…
Şöyle buyurmuş bu şahıs : “TDP’yi kullandığı “emek sömürüsü” cümlesinden dolayı ŞİDDETLE KINIYORUM. Biz kimseyi sömürmüyoruz Sayın TDP yetkilileri. Emeğimizi ortaya koyup ülkemizin ekonomisi için katkı koyuyoruz!!! Metnin içeriği ne olursa olsun tartıştığım nokta “emek sömürüsü” olayıdır. Vazgeçin artık bu 1600’lü yıllardan kalma küfkenmiş özel sektör düşmanlığı fikirlerinizden!!! Dünya uzaya çıktı siz daha nerdesiniz. Yapıcı olacaksanız sizi ayakta alkışlarım. Düzgün yasalar yapın denetleyin ekonomi büyüsün ülke büyüsün göç vermeyelim. Ama böyle söylemlerle yok emek sömürüsü yok 15 saat çalışma geçin bunları!!! Bunlara karnımız tok!!!”
Bu sözlerin sonuna geldiğimde bana anlamlı gelen tek şey “bunlara karnımız tok” lafıydı…
Emekçileri sömürerek karınlarını hep tok tutan bu kan emici sermaye, bizde de, Türkiye’de de ve dünyada kapitalizmin var olduğu herhangi bir yerde de varlıklarını, lükslerini, servetlerini ve huzurlarını hep insanlığın çok büyük bir kesimini oluşturan emekçilerin sırtından devşirmişlerdi…
***
Marx’ın yanılmış olduğu şeyler var mı bilmem, ama toplumların iki sınıfa, yani burjuvaziye ve işçi sınıfına bölündüğü konusunda haklı olduğu kesin…
Özel sektörde az ya da çok çalışan herhangi bir kişi size çok acıklı hikayeler anlatabilecekken, özel sektörün patronu olan bu kişi ve bunun gibi diğer patronlar, görüldüğü üzere, özel sektörde sendikanın lafını bile duymaya tahammül edemiyorlar ve özel sektörden sanki orası bir cennetmiş gibi söz ediyorlar…
***
Soma bana şunu öğretti…
Bizim “daha iyi siyasetçilere” ya da “daha temiz bir topluma” falan ihtiyacımız yok…
Bize, dünyada kapitalizmin olduğu her yerde olduğu gibi bizde de patronlar ve emekçiler arasında süren bu keskin kavgada, emekçilerin iktidarını kuracak bir mücadele lazım…
Bize, lafı dolandırmadan, açıkça “sosyalizm” diyecek ve bunun için, sadece bunun için mücadele edecek bir parti lazım !
Celal Özkızan
Baraka aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.