Ada yarımızda milliyetçilik gün geçtikçe yükseltilmeye çalışılıyor. Müzakere sürecinin daha konuşulmaya başlanıp, başlanmadığı dahi bilinmeyen nükleer başlığı mülkiyet ise bu kışkırtmaların temelinde. İnsanlar, bir anlaşma sonucunda kafalarını soktukları evlerinin ellerinden alınacağı yönünde tehdit edilerek barış karşıtı olmaları yönünde kışkırtılıyorlar. Mülkiyet konusundaki bu kışkırtma sadece kafasını sokabileceği tek bir evi olanlardan değil, en az yüzlerce dönüm arsayı parsellemiş durumda olanlardan geliyor ya bu başka bir yazının konusu. Önce gelin biz bir kendimize bakalım.
Eğer bir sosyalist isen mülkiyet ile ilgili sorunlarda çözüm bulman oldukça kolaydır; “Herkese yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” prensibi ve barınmanın temel bir hak olduğu bilinci ile hareket ederek, eldeki konutları yaşayacak kişilerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dağıtarak ve gerekirse yeni konutlar hazırlayarak konu çözüme ulaştırılır.
Böylesi bir uygulama hem bireylerin mağdur olmayacağı, hem de toplumun genelinin çıkarının korunacağı bir durumu yaratır. Lakin bugün ne Kıbrıs’ta devrimden sonraki gündeyiz, ne de sosyalistler toplumsal olarak görüşlerini halka yayıp iktidarlarını kurabilmiş durumdalar. Hal böyle olunca bu fikirler uygulanabilir olmaktan öte, muhatapları tarafından mantıksal dahi karşılanmazlar.
Maalesef bugüne kadar solcularımızın çoğunluğu da toplumsal ve insani bakışı meşrulaştırmak için mücadele etmek yerine, işin kolayına kaçarak meseleye hukuksal temelden bakmayı tercih etmiştir. Örneğin solcumuz,
“kalacak başka yerim yok, Türkiye’den Kıbrıs’a 40 yıl önce geldim, o zaman bana bu evi verdiler, bugün 20’sine giren oğlum/kızım bu evde doğdu ve biz bu evde yaşadık” diyen Türkiye göçmenine de,
“Baf’tan gelip Lefkoşa’ya yerleştiğimde küçük bir çocuktum, burada evlendim, eşimle üzerine ev yapacak kadar paramızın kalabileceği bu arsayı aldık, hayatımız ve anılarımız bu evde şekillendi, şimdi ise torunumuza bu evde bakıyoruz.” diyen güney göçmenine aynı cevabı verir; “durumunuz yasal değil, bulunduğunuz evi boşaltmanız gerekiyor”. Ha bir de hukuksal temelden Türkiye göçmeni olana “sizi adadan da göndermemiz” gerekiyor diyebilir ekstra olarak.
İcra memuru mu, solcu mu belli olmayanlardan gelen bu garabet zihniyete öncelikle bir “canınız cehenneme” demek istiyorum. Artık Kıbrıslı Türk solunun mülkiyet hakları ve hukuk temelinden değil, barınma hakkı ve insani bakış temelinden bir duruş ve hareket geliştirebilmesi gerekiyor. Böylesi bir bakış hem milliyetçiliğin önüne set çekecek, hem de insani olanın, toplumsal olanın, yani sol değerlere uygun olanın yapılmasını sağlayacaktır.
40 yıl önce Yorgo da, Mehmet de büyük travmalar yaşadılar; hayatlarını kurdukları ve anılarını şekillendiren evlerinden ayrılmak zorunda bırakıldılar. Bu durum tam bir trajedidir. Bu durumu yaratan ve yaratılmasına katkı sağlayan içte ve dışta herkesin hesap vermesi de gerekmektedir. Lakin ikinci bir trajedi yaratmak, ilk trajediyi kapatmayacaktır. Yeniden bir mağduriyet, yeniden zorunlu bir göç yaratmak aynı travmanın bu sefer başka insanlar için tekrarı olacaktır. Buna sessiz kalır ve hatta hukuksal temelden bakıp bu zorunlu göçlerin olması için uğraşırsak, ortaya çıkacak acıların ve travmanın sorumlusu da biz oluruz.
Öyleyse ne yapmalı?
(haftaya devam edecek)
Mustafa Keleşzade
Bağmsızlık Yolu