(ADL Çeviri Makale)
Latin Amerika’daki çeşitli “süreçleri” –başta 1990’ların ortalarındaki Zapatista Hareketi’nin ve sonrasında Venezuela, Bolivya, ve Ekvador’da sol ya da popüler hükümetlerle Brezilya, Uruguay ve Arjantin’deki merkez-sol hükümetlerin dikkat çektiği zaman zarfı- Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra solun toparlanması ya da dönüşü biçimindeki teorik çerçeve içinden anlamak yaygındır. Böylesi bir formülasyon birkaç sorun barındırır. Bir yandan, sol halen gerilemekte olduğundan ve neoliberal karşı-devrim dalgası henüz geri çevrilemediğinden bu çok iyimser bir yaklaşımdır. Diğer yandan, bu, sürecin spesifikliğini kaçırır : Hem resmi Marksizm hem de kökeni sağ kanatta olan “tarihin sonu” görüşünce paylaşılan ‘stratejik politik düşüncenin sönüşü’nün ardından sol siyaseti nasıl yeniden icat etme ya da yeniden inşa etme girişimi konusunda dikkate değer olduklarını.
Sol, Lenin’in devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz (ya da tam tersi) anlayışını alıntılamaya bayılır ancak bunu teori ve pratik arasındaki spesifik politik aracılığı kurmaya –ki bu Lenin’in Marksizm’e en önemli katkılarından biridir- olanhakkını vermeden yapar. Bu demek oluyor ki Lenin, teori ve pratik arasındaki aracının –her zaman ekonomik ve sosyalalanlardan önemli bir özerklik derecesi taşıyan- stratejik siyaset olması zorunluluğunu anlamıştı. Lenin’in, Kautsky’nin sözlerini kıvırırken ona saygısını da sunduğu Ne Yapmalı’daki argümanı, politikanın ve politik bilincin, ekonomik mücadelenin dışından gelmesi zorunluluğudur.1
Lenin devrimci sol tarafından tahta çıkarılmasına rağmen, baskın ekonomist ve ilerlemeci ideolojilerin gölgesinde, sol pratikte stratejik politika kan kaybetmiştir. Bunun nedeni bu ideolojilerin hepsinin, stratejik bir praksisten bağımsız bir dinamiğin –buna diyalektik, ilerleme ya da üretici güçlerin gelişimi diyebilirsiniz- otomatik ve apolitik bir şekilde politik ve özellikle de sosyal değişimi getireceğinin ve bu değişime rehberlik edeceğinin sözünü vermesidir. Devrimci sol tarafından stratejik düşünce 20. yüzyılda sadece kısa bir süreliğine ve aralıklı olarak ortaya çıkmıştır : örneğin 1925 Komintern’indeki Thalheimer ve Bukarin arasındaki tartışmada, 1930’larda Gramsci’nin Makyavelli’den yola çıkarak hapishane defterlerine yansıttığı düşüncelerinde, Çin Devrimi’nin yüzyılın yarısındaki iradeci türevinden öncekiönemli momentlerinde ve 1960’ların Küba’sında. Stratejik politik düşünce, hem solu politika ve iktidar hakkında aynı anda düşünmeye yeni yeni açan hem de bunu yaparken ‘mikro’nun, ‘çokluk’un ve ‘oluş’un fetişizasyonu aracılığı ile politik düşünceyi sık sık bozan postmodernizmin etkisi altında da problemli bir kariyere sahip olmuştur.
İşte bu bağlamda Latin Amerika, kendi siyasi süreçlerinde temsil edilen türden politik biçimlerin özgün arayışında sahneye çıkar. Bu noktada kimse söylem tarafından ne kandırılmalı ne de onu inkar etmelidir. Demek istiyorum ki, popüler iktidar ve katılımcı demokrasi dikkate alınmalı, fakat aynı zamanda temsili ve seçime ilişkin kurumların ve formların başka bir amaç için kullanılmak üzere dönüştürülmesine de bakılmalıdır. Venezuela’da, bir lidere duyulan apaçık güven önemli bir rol oynadı, fakat aynı zamanda –Bolivarcı sürecin en iyi zamanlarında- bu liderin“yoldaş” ve “içimizden biri” olarak ayaklarının yere basması sağlandı. Bu politik öncü, seçmenlerini organize etmek ve düşmanlarını nötralize etmek için alışılmamış yollarla kitle iletişim araçlarına yaslandı. Sonuçta, tuhaf iktidar blokları ve ittifaklar vardı. İlginç bir biçimde, önderlik, işçi sınıfının merkeziliği hakkındaki Marksist meseleler konusunda mutlu mesut bir şekilde habersiz takılma eğilimindeyken; işsizlerin, yarı-işsizlerin ve yerlilerin hepsi, değişim bloğunu temsil eden çeşitli ve değişen karışıma dahil olmuşlardı.
Siyaseti bu yeniden icat edişin kilit öğesi, egemenlik kavramı ve değerinin geri kazanılmasıydı. Bu kavram, 1980-2000 arasındaki zaman zarfında ilerici eğilimler içerisinde baskın hale gelmiş olan insan hakları ve insanlık söyleminin hatalı bir evrenselleştirilmesinin pençesinden –kısmen- koparılarak geri kazanılmıştı. Bu söylem, “insanlık”ın fonksiyonel bir kurumsal çerçevesi (BM !?, Uluslararası Adalet Divanı!?) olmaması anlamında hatalı bir biçimde evrensel bir söylemdi, ki “insanlık” kavramı en güçlü uluslar ve onların yönetici sınıfları tarafından insafsızca manipüle ediliyordu.2 Daha da ötesi, insan hakları söylemi, her ne kadar yerleşik iktidara direnmede işe koşulabilir olsa da, çoğunlukla siyasal olması gereken ilişkileri, sadece kurbanlar ve –çoğu zaman gözardı edilen- kurban edenler arasındaki ilişkiye kanalize edip siyaseti geçersiz kılmaya eğilimlidir. Bunun sebebi ise siyasetin özünde sınıf mücadeleleleri veya ulusal düşmanlıklarla ilgili olması ve dolayısıyla, kurban olan ve kurban eden arasındaki ilişkidekiyle tamamen farklı bir doğaya sahip olmasıdır (sonuçta siyasi bir aktör elbette arkadaşlarının bir kurbanı değildir, tam olarak düşmanlarınında bir kurbanı değildir, düşmanlarınca da simetrik ve eşit bir düşman olarak kabul edilir)
Latin Amerika süreçlerinin tümü, egemen ulus kavramının ve bununla birlikte –bazen dile getirilen- anti-emperyalist söylemin öyle veya böyle bir türünün belini doğrulttu ve böylece ‘insanlık’ ve soyut bir ‘insan hakları’ gibi bulanık sözcüklerden bir kopuşa etki etti. Venezuela’da, Venezuelalıların kendi petrolleri üzerindeki hakları hiçbir açıdan bir insan hakkı değildi, daha somut ve dünyevi bir şeydi.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Chavez’in stratejik politik düşünüşü tamir edişi ve Venezuelalık süreci sıklıkla askeri metaforlarla çerçevelenmişti; örneğin Chavez’in, siyasetin doğru düzgün bir şekilde kullanılmayan bir şövalyelik olduğu iddiasında olduğu gibi : “Ben şövalyeliği siyasetle ve ekonomiyi de ağır silahlara karşılaştırıyorum” demişti Venezuela başkanı 2002’de : “Dünya için verilen savaşta merkezi bir konum talep eden şey siyasettir.”3 Chavez ayrıca determinizmin deli gömleğinden kurtulup, çoğu gerçekleştirilmediğinden ya da kısa sürede miyadını doldurduğundan hiçbir sonuca varmayan çok sayıda proje ve kurum icat ediyordu her gün. Bu zaten kaçınılmazdı. Ancak, bu meselede en önemli gerçek, “icat”ın ve yaratımın hayata döndürülmesinin (“inventamos o erramos” (icat et ya da yanlış yap, yanlış yapacaksan bile yeni bir şeyler yaparken yap), Chavez’in Simon Rodriguez’den aldığı bir slogandı) ve daimi deneyler ve yeni formlar ve kurumlar için sürekli bir arayışın, Bolivarcı sürecin en gelişmiş olduğu anlarda Venezuela’nın gündelik bir realitesi olmasıydı.
Elbette, Chavez’in ne türden bir politikayı uyguladığı sorusunun cevabını kesinleştirmek hakkaten de zordur. Bunun stratejik karakterini tanımlamanın da ötesinde, inilecek çok fazla ayrıntı da vardır. “Stratejik” ama tam olarak ne açıdan ?Cesaret. Özgürlüğün koşulu olduğundan dolayı, siyasetin de temel öğelerinden biri olan kilit önemdeki cesaret. Hannah Arendt bize, politikayla ilgili olan cesaret biçiminin, kamusal alandaki macera uğruna evi ve aileyi arka planda bırakmak olduğunu söyler.4 Bu tam da Chavez’de olan şeydi; her ne kadar ailesini ve evini (Sabaneta, Barinas) seviyor olsa da ve bir dereceye kadar nepotizm uygulamış olsa da, Chavez hiçbir biçimde ailesinin veya bölgesinin değildi.
Derin bir biçimde, varoluşunun orijinal ve kamusal bir biçimi için Chavez onları geride bırakmıştı. Diğer kilit önemdeki öğe ise, Chavez’in kitlelerle kurduğu, kitlelerin de dahil olmaya davet edildiği kahramanca bir girişim anlayışına yaslanan derinden bağdı. Yiğitlik becerisi Venezuelalı bilincinde derin köklere sahip olan bir şeydir; tıpkı Helen praksisinde olduğu gibi, herhangi bir basit araç-amaç ilişkisi düşüncesini aşacak biçimde şekillendirilir : meşruiyet ve zafer, girişkenliğin yüceliğine içsel bir şekilde bağlıdır.
Bu süreçteki bir başka bölüm ise, -kesinlikle son kısım olmamakla birlikte- Venezuela’da yaşanan stratejik siyasetin sönüşüdür; basitçe Chavez’in ölümüne ve sonrasında Maduro’nun başkanlığa gelişine indirgenemeyecek, Chavez’in kendi kariyerinde vuku bulan bir şey. Stratejik ve dünyevi siyaset, 2007-2008 yıllarında, Chavez sağ-kanat öğrenci hareketi ile karşı karşıya gelince ve PSUV’u (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) etkili bir siyasi partiye dönüştürmeyi başaramayınca, geri çekilmeye başlar. Bolivarcı süreçte her zaman potansiyel olan Mesihçilik, ortaya çıkmaya ve baskın hale gelmeye başladı. Mision Vivienda Venezuela (büyük bir konut programı) ile birlikte, konutların üzerine kendisinin imzası nakşedilmiş olduğundan, Chavez hayırsever bir figür haline geldi. Elbette dönüm noktasının ne olduğunu belirlemek kolay değil, sonuçta kurumlar ve hatta kişiler gizlice, el altından, kendi içerik ve uygulamalarının içini boşaltıp yerini başka ve yeni bir şeyle doldurabilirler.5
Bu tam da Chavez’de olan bir şeydi. Chavez, kendi emsalsiz ve karizmatik kişiliğinin görünüşünün ardına sığınarak, daha önceki dünyevi praksisini ve somut stratejisini sessizce kişisel kurtarıcının gösterişiyle değiştirdi. Kitlelerin lider ile kurdukları ilişkinin çekim merkezi, birincisinden ikincisine doğru usul usul kaymakta. Chavez yönetiminde, Nicolas Maduro başkanlğa gelmeden çok önce, politika dışılığın bir biçimi ve “Chavezci” gösteri, öncelerin daha sağlam Chavezcilik’i üzerinde biçimlendi. Maduro’nun, kendi yeni-çağ garipliklerini ekleyerek attığı adımlar da vardı.
Bu makaledeki başlangıç noktamız, Latin Amerika süreçlerinin öneminin, stratejik düşünce üzerindeki kendi (geçici) düzeltmelerinde konumlandırılmasında aranması iddiası ve küresel sol-sağ mücadelesinde rüzgarı tersine döndüren cinsten çok da bir şeyler olmamasıydı (ki zaten öyle değildi).
Bunu kanıtlarcasına, şu mevcut anda, Latin Amerika solunun sosyalizm yönünde somut bir biçimde ilerleme gösterememesine dönük kuvvetli kanıtların varlığıdır; Venezuela süreci aslında, ekonomik bir refah konjonktüründe, kapitalist ekonominin popüler bir biçimde yönetilişiydi. Bu refahın kendi sınırlarına ulaşmasıyla birlikte; kitleleri besleyen kendi sosyal programları (“Misiones”) ile sermaye kaçışı ve burjuvazi için dışardan birikimin bileşiminden oluşan bu kapitalist ekonominin popüler biçimde yönetilişinde cisimlenen Chavezci sınıf ittifakı artık daha fazla uygulanabilir değildir.
Chavez, ölümünden önce, “golpe de timon”, yani gidişatın radikal bir değişimi için çağrı yapmıştı.6
Bu ifadesinin niyeti ne olursa olsun –örneğin komünün güçlendirilmesi ya da siyasi kadroların idaresinin iyileştirilmesi-, Chavez’in bu son arzusu, kendisinin stratejik düşünceyi ve siyasi praksisi yeniden onarmaya dönük sezgisel anlayışından başka bir şey olarak düşünülemez : şimdiye dekişleyebilen Chavezci modeldeki sınıf ittifakından kopuşu sağlayacak bir stratejik adımı planlama ihtiyacı. Gerçekten debu, Chavezcilik’in ilerlemesi için gereken yoldur, her ne kadar önümüzdeki zamanlar karanlık gibi görünse de ve her ne kadar mevcut an ile bu yeni sratejik hedef arasındaki dolayımlar çok boyutlu ve karmaşık olsa da.
NOTES
[1] Daniel Bensaïd, La política como arte estratégica (Madrid: Oveja Roja, 2013): 67.
[2] “The concept of humanity is an ideological instrument that is particularly useful for imperialist expansion” and “tends to deny the enemy his human condition.” Carl Schmitt cited in Daniel Bensaïd, Elogio a la Política Profana (Barcelona: Ediciones Península, 2009): 149.
[3] Hugo Chávez Frías, Discursos e intervenciones Diciembre de 2002 – Enero de 2003 (La Habana: Ediciones Plaza, 2003): 300.
[4] Hannah Arendt, The Promise of Politics (New York: Knopf Doubleday, 2007): 167-170.
[5] Chris Gilbert, “¿Qué hacer y con quién? a propósito del problema político del proceso bolivariano,” http://www.rebelion.org/
[6] Hugo Chávez, “Strike at the Helm,” http://monthlyreview.org/
Chris Gilbert
Venezuela Bolivarcı Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü
İngilizceden Çeviren : Celal Özkızan
Kaynak : http://www.counterpunch.org/