Yaşadığımız adaletsiz düzen ve yarattığı yıkımlar gün geçtikçe daha çok su yüzüne çıkıyor. Düzenin sürüp gidebilmesi içinse halkların buna sessiz kalması gerekiyor, ya da kendine uyumlu kitleler yaratmak zorunda.
“İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (1)
Toplumun sahip olduğu koşullar bireylerin yaşayışlarını ya da yaşayamayışlarını doğrudan ya da dolaylı olarak belirleyecektir. Toplum-birey yapılanması şimdiki değil, geçmişten günümüze gelen süreçle de ilgilidir. Başta Amerika olmak üzere birçok ülkenin de benimsediği ya da benimsemek zorunda olduğu, liberal/neo-liberal yönetim biçimi, kapitalizme özgürlük sunarken bireylere de bir dizi hak ve özgürlükler tanıdığı saçmalığı, düzenin devamını sağlamak için koca bir yalandan başka birşey değildir. Egemenler, bir yandan yasalarla emekçileri sindirmekte, diğer yandansa toplum içerisinde yatay bir örgütsüzleştirme, psikolojik manipülasyon ve yalnızlaştırma çabasındadırlar.
Küreselleşme çağında, bireyin her türlü ekonomik, kültürel, dinsel özgürlüğünün olduğu bir düzenden bahsedilmekte. Ancak devletlerin ördüğü teller içinde, insanlar kendilerinin ‘merkez’ olduğu başka bir dünya yaratmak zorunda kalıyorlar. Bu durum, insanların bir arada, daha özgür yaşayabilmeleri için değil, toplum sorunlarına daha duyarsız kalmalarına ve tüketim toplumuna dahil olmalarını sağlamakla ilgilidir. Bireycilik, insanın hem kendine hem de topluma karşı duyarsızlaştığı, kimi zaman zayıf, bencil, açgözlü, kıskanç bir yapıya bürünebilen ve doğal olarak bu yapıya sahip başka bedenlerle ve doğayla sürekli bir uyuşmazlık ve çatışma içinde olduğu bir yaşam anlayışıdır. Dolayısıyla birçok insan toplum sorunlarını kavramak yerine, toplumda sorun haline gelmekteler, diğer bir deyişle “çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar.” (2)
Toplumların sahip oldukları ideoloji, tarih, kültür, ekonomik yapı, mücadele anlayışı gibi unsurlar düşünüldüğünde, toplumculuk-bireycilik dengesi de bu unsurların yarattığı koşullar çerçevesinde değişecektir ve genel olarak toplumculuğun arttığı durumlarda bireyciliğin azalması kaçınılmazdır.
Bireyci yaşam anlayışının ürünü; duyarsız insan topluluğunun, tam olarak vicdansız olacağı anlamına gelmiyor. Yakın geçmişteki önemli toplumsal olayları hatırlayacak olursak, Türkiye’deki Gezi Parkı olaylarında ve Soma faciasında ölenlere birçok insan üzülmüştür. Fakat gezi olaylarında, akp polisinin halka uyguladığı açık şiddet ve bunun sonucunda ölen gencecik insanlar, diğer yandan Soma’da, akp ve sermaye işbirliğiyle göz göre göre ölen 301 maden işçisi… Bu gerçeklere rağmen üzülmenin yeterli olmayacağı bir durumda akıllara Ulrike Meinhof’un şu sözü gelecektir; “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim.” Kısacası olaylar karşısında, katillere üzülerek cevap vermenin pek bir anlamı kalmıyor.
Belki siz kendinizi öyle hissetmiyorsunuzdur ama çağdaşlarımız küreselleşmiş sosyal dünyalarda, hayatlarının anlamını yitirmiş ve şaşkın durumdalar. Bu ileri kapitalist batı toplumlarında da böyle, az gelişmiş, savaşlardan, terörden, ekonomik krizlerden başını alamayan üçüncü dünya ülkelerinde de… Hepimiz kendimize göre küresel şiddetten nasibimizi almış durumdayız.(3)
Kıbrıs’ın kuzeyinde ise 1980’ler sonrasında Türkiye hükümetleri ve yerli işbirikçiler tarafından hayata geçirilen neo-liberal politikalar sonucu, ülkemizdeki birçok çevrede toplumsal olaylara ve baskılara karşı genel bir sessizlik hakim. Dünya üzerinde yaşanan katliamlara ve adaletsizliklere tepkisiz kalan bu çevrelerin üzülmekten farklı davranamadıklarının yanında, bunların sorumluları olan AKP, ABD, BM ve diğerlerinden, Kıbrıs’a gerçek bir barış getireceklerini umut etmeleri, duyarsızlığın ve sessizliğin ötesinde birşey…
(1) Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz
(2) Goethe
(3) Yeni Bireycilik; (Küreselleşmenin Duygusal Bedelleri)
Anthony Elliott, Charles Lemert – Sel Yayıncılık
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.