Aslında bu yazının konusunu KTOEÖS yönetiminin demokrasi ve emek karşıtı tutumu ile, özelde sendikasız çalıştırılmak yasaklansın kampanyası oluşturacaktı…
Ancak bu yazı seçimlerden sadece 3 gün önce yayınlanacağı için, haliyle, arada kaynayacaktı pek çok kişinin dikkatini çekmemesi açısından…
“Kendi gündemlerimizi oluşturmalıyız” düşüncesine tamamen katılsam da, pek çok kişinin odaklandığı seçimlerden sadece üç gün önce seçimler harici bir yazı yazmanın da pek karşılığı olmayacağını kabul etmem lazım…
Bizler kendi gündemlerimizi oluşturuyoruz zaten, seçimde önceki son günlerde buna çok kısa bir ara verip, sonrasında devam etmek gerekeceği aşikar…
***
Madem seçimlerden söz edeceğiz, konuya en azından farklı bir noktadan bakmaya çalışalım…
Her şeyden önce, seçim meselesine dair giriş kısmında yaptığım bakış açısı genel anlamda bir karamsarlık ya da “seçimlerden hiçbir şey olmaz” kolaycılığı olarak algılanmasın…
Elbette seçimler bir mücadele aracıdır, özellikle seçim dönemlerinde pek çok kişinin daha fazla politize ve mobilize olduğu düşünüldüğünde…
Aynı şekilde, seçimlerden elde edilebilecek başarılı bir sonuç, toplumsal muhalefetin yeni mevziler kazanması demektir de…
O yüzden her seçim meselesine “mutlak” biçimlerde (yani “seçimler hiçbir şeyi değiştirmez” ya da “bu sefer bizim aday/parti seçilsin bak gör her şey çok güzel olacak mutlaklıkları) yaklaşmak yerine, seçimlerin toplumsal muhalefetin mücadelesini nasıl ilerletebileceği, emeğin sermaye karşısında güçlenmesine araç olup olamayacağı her seçim özelinde tartışılmalı…
Bildiğiniz gibi Bağımsızlık Yolu, bu seçimlerde kendi adayını göstermedi…
Hem yeni yeni kendini şekillendirmeye başlayan bir oluşum olmasından dolayı (ki buna rağmen bir aday gösterilebilirdi ancak seçim sürecinde aktif bir kampanya yürütülemezdi ve bu, samimi bir durum olmazdı) hem de temel anlayışı olan “seçimler dahil olmak üzere mücadelenin her alanında sol’un güç birliği yapmasının”koşullarının bu seçimlerde bizzat sol’da olan adaylar Akıncı ve Onurer tarafından ortadan kaldırılmasından dolayı, kendi adayını çıkarmak yerine, az önce sözü edilen eleştiriler de dahil olmak üzere eleştirel bir şekilde halka Akıncı’ya ve Onurer’e destek olma çağrısı yaptı…
Elbette bu adaylar, Bağımsızlık Yolu’nun ilkelerini ve değerlerini tamamen yansıtmayan adaylar, ancak sol’dan siyaset yapmak, aslında hiç olmayan bir mükemmeli/ideali aramak değil, toplumu dönüştürmek işi olduğu için, bu dönüştürme mücadelesine az veya çok katkı koyabilecek ya da en azından engel olmayacak bu adaylar desteklenmelidir…
Özelde AKP’nin ve genelde Türkiye devletinin Kıbrıslı Türkler üzerinde on yıllardır uyguladığı askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal baskılara karşı boyun eğmekte hiçbir sorun görmeyen Siber, Özersay ve Eroğlu üçlüsünün seçilmesi, teslim oluşun cumhurbaşkanlığı makamında da sürdürülmesi demektir…
***
Seçime farklı bir noktadan bakmaya çalışalım demiştik, şimdi onu yapmaya çalışalım…
Ne kadar acıklıdır ki, seçim süreci, adayların ortaya koyduğu siyasetler üzerinden değil; anketler, meydanlardaki kişi sayısı, adayların oturuşu, kalkışı, üslubu ve altı boş polemikler üzerinden gitti çoğu zaman…
Elbette, bu saydıklarım da seçim sürecinin bir parçasıdırlar, etik dışı bir noktaya varmadığı müddetçe propaganda yöntemidirler ve bunları hepten inkâr etmek olmaz…
Ancak adayların ortaya koyduğu siyaset, bu sayılanların yarısı kadar bile yar kaplamıyorsa, ortada ciddi bir sorun var demektir…
En azından biz, bu yazıda, çok kısaca, adayların ortaya koydukları siyasete bakalım…
Ancak buna başlamadan hemen önce belirtelim ki, “siyaset” dediğimiz şey kollektif bir iş ve mücadeledir. O yüzden “adayın siyaseti” dediğimiz şey, o siyasetin arkasında bir toplumsal taban, bir kitle varsa anlamlıdır. Bunu akılda tutarak aşağıdakiler okunmalıdır…
Derviş Eroğlu : Ganimet düzeninin kurucularından biri. Kurduğu düzenin karşılığında aldığı payı, 2 gün önce açıkladığı mal varlığına bakarak görebilirsiniz. On yıllardır, Eroğlu liderliğinde UBP, bu ülkenin gençlerinin umutlarını, hayallerini, aşlarını, işlerini ve geleceklerini çaldı. Kendilerini ve çevrelerini beslediler. Kendilerine kaynak aktaran Türkiye devleti hükümetleri de buna göz yumdular elbette, maksat Kıbrıs’ın kuzeyinde düzen sürsün. Kıbrıslı Türklerin üretimden koparılmasını da destekledi Eroğlu, Göç Yasası’nı da destekledi, bu halkın başına gelen ve kendi çevresi dışında herkesin kötü etkilendiği her şeyi destekledi. Bugün Eroğlu halâ aday olmaya cüret edebiliyorsa, bu, onun olduğu kadar, onu siyaseten ortadan kaldıramayan bizlerin de ayıbıdır.
Sibel Siber : Hiçbir şey söylemiyor. Suya sabuna dokunmuyor. Genel geçer laflardan bahsediyor. Güzellik yarışmasına katılan bir adayın, “elinde sihirli bir değnek olsa ne yapardın” sorusuna verdiği cevapları veriyor. Sibel Siber bir halkla ilişkiler kampanyasıdır sadece, bir imaj kampanyasıdır. Sebebi çok basit aslında. CTP, kendi tabanı gereği sağcı söylemlere Eroğlu ve Özersay kadar sık başvuramıyor. Hem artık kimseye yutturamayacağı için, hem de zaten çoktan vazgeçtiği ve laf ola bile dili buna dönmediği için solcu söylemlere de başvuramıyor. Böylece geriye bir “reklam çalışması” kalıyor.
Kudret Özersay : Söylediği iki şey var. Birincisi Maraş’ı kktc yönetiminde açmak, ikincisi “temiz siyaset” meselesi. Birincisine dair “hukuki” argümanlar devrimcileri doğrudan bağlamaz. Öte yandan Maraş, bir insanlık ayıbıdır. Tıpkı zamanın Kıbrıslı Elen liderliğinin Kıbrıslı Türklerin siyasi iradesini yok sayması ve gaspetmesi gibi, 1974’te de Kıbrıslı Türk liderliği ve Türkiye devleti, Kıbrıslı Elenlerin topraklarını gaspetmiştir. Maraş ise, Kenan Evren’in anılarına bakacak olursak, gaspedilmesi bile planlanmayan, yani “yanlışlıkla alınan” bir yerdir. Ayıbın daniskasıdır bu. Bugün hem Kıbrıslı Elenler Maraş’taki evlerine ve işyerlerine dönmek istiyorlar, hem de Mağusalılar Maraş’ın iki halkın da kabul edeceği bir biçimde (ki bu kesinlikle kktc yönetimi altında değildir) açılmasını istiyorlar. İki halkın yakınlaşmasına ve ortaklaşmasına zemin hazırlayacak böylesi bir adımın fırsatı, Özersay’ın altı boş “kktc yönetiminde açılsın” önerisiyle heba edilmemelidir. İkincisi, temiz toplum meselesi. Tüm kapitalist ülkelerde, neoliberal dönüşüm sonrası, “temiz toplum” ,”yolsuzluk karşıtı yönetim” gibi söylemler, liberaller tarafından sürekli dile getirilmiştir. Bu söylem, toplum içindeki emek semraye çelişkisini gizlemekte, sermayenin emeğe karşı son 30 yıldır sürdürdüğü amansız saldırıyı önemsememekte ve meseleyi basit bir “iyi insanlar ve kötü insanlar” ya da “temiz siyasetçiler ve kötü siyasetçiler” ikiliğine indirgemektedir. “Popülizm”, “yolsuzluk” ya da “kirli siyaset” dediğimiz her şey, sınıfsal dengeleri sermaye lehine değiştirecek iktisadi ya da siyasi kaynak aktarım mekanizmalarıdır. Elbette hepimiz temiz, yolsuzluktan arınmış, hak edenin hakkını aldığı bir toplum isteriz ama zaten tam da bu düzenin kendisidir buna engel olan. Düzeni gizleyip, düzenin doğurduğu sonucu suçlamaktır Özersay’ın yaptığı.
Mustafa Akıncı : Yukarda da belirtmiştik, sol içi bir ittifak zeminini hiç aramadan aday olması, özellikle son yıllarda yükselen ve halkta çok olumlu karşılık bulan sol’da güç birliği düşünüldüğünde, kabul edilmez bir hata. Yine de Akıncı’yı, kendisine yöneltilen tüm hakaretlere ve saldırılara rağmen ilkelerden ve değerlerden söz etmey sürdürdüğü için takdir etmek lazım. Örneğin mitinginde, geçtiğimiz günlerde açılışı yapılan ve potansiyel bir felaket unsuru olan Akkuyu’daki nükleer tesise kayıtsız şartsız karşı çıktı. Aynı şekilde, sol değerler çerçevesinde de konuşmaya ve siyasetini sol bir zeminde kurmaya devam ediyor. Sağcı ve liberal söylemlerin fink attığı bir seçim atmosferinde, bu durum çok olumludur.
Mustafa Onurer : Akıncı gibi Onurer de sol’da bir güç birliği zemini aramadan adaylığını açıkladı. Öte yandan Onurer de, seçim dönemi boyunca öne çıkardığı bağımsızlık, emek ve barış yanlısı söylemleri ile, bu seçim sürecinde olumlu bir aday olarak ortaya çıkmış oldu.
Arif Salih Kırdağ : 🙂
Celal Özkızan
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.