Ülkemizin sömürgeleştirilmiş koşullarında devrimci ve/veya sol sosyalist mücadele verilmesinin hep ne kadar zor olduğundan bahsedip durulur. Özellikle belirli bir yaşı geçmiş “yoldaşlarımızla” ilk tartışmalarımızda; “işgal altında, 40 bin askerin gölgesinde silah alıp dağa mı çıkacaksınız?” soruları ile sık sık karşılaşanlar olarak hem geçmişte hem de şimdi teorimizin yettiğince, dilimizin döndüğünce yolumuzu anlatmaya çalıştık. Anlattıkça ve pratiğimizi teorimize, teorimizi pratiğimize döndürdükçe önümüze yeni yollar yeni süreçler açıldı.
Günümüzün mücadelelerini de bu bakış açısı ile ele almak gerekir. Özellikle Baraka’nın hayata ve Kıbrıs’a yaklaşımını daha iyi anlamak için önce eylemlerimizi takip etmek ancak yapılan eylemlerin nedenlerini de yapılan açıklamalar üzerinden okumak yaterli bir zemin sunmaktadır. Diğer taraftan ülkemizin mevcut koşullarına yaklaşımımız hiçbir zaman salt TC işgali üzerinden olmamıştır. TC’nin işgali vardır hatta bu işgal asker-sivil kontrol ile birlikte alt emperyalist arzular da içermektedir. Ancak TC ve Yunanistan ülkemizi işgal altında tutmak için görevlendirilmiş emperyalizmin bölgemizdeki taşeronlarıdırlar. AB ve ABD’ye çalışan taşeronlardırlar. Kendi devletlerini bile kontrol edemeyen Brüksel ve Washington’dan emirlerle ekonomik ve siyasi kararlar almak zorunda kalan emperyalizmin sömürgeleridirler.
Yani Kıbrıs’ın tümü emperyalizmin işgali altındadır. TC askeri de NATO’nun ortadoğudaki ordularından biridir. Yalnızca biri.
Bu güçlü baskı altında askerin, polisin, itfaiyenin, maliyenin, eğitimin hatta hükümetin; TC Yardım Heyeti üzerinden şekillendiği, anayasanın geçici 10. maddesi ile yetkilerin askerde olduğu, TC Büyükelçisi’nin kendini vali zannetiği bir ülkede seçimler nasıl yapılır? Üstelik nüfus yapısı da yıllar içinde sürekli değiştiriliyor. Türkiye’den ülkemize gelen yüzbinlerce çalışan yıllar içinde çeşitli teşviklerle artırılmış adamızın kuzeyi stratejik sömürge olmanın görece maddi iyileştirilmesi ile desteklenmişse, göçmenlik statülerinde düzenleme yapılacağına peynir ekmek gibi vatandaşlık dağıtılıyorken…
Bir tarihte Baraka’nın yayın organı Argasdi dergisinde boykot konusunu tartışmaya çalışırken bir işçi önderi olan James Connoly’nin Belfast seçimlerine hangi şartlarda katıldığını yazmıştık. Üstelik İrlanda; İngiltere’nin işgali altındayken, üstelik bütün zenginler Protestan ve birlikçi, işçiler ve yoksullar Katolik ve bilinçsiz kitleler olarak yaşarken, İngiltere’den nüfus aktarılırken, mülkü olanın her mülkü için bir oy hakkı mülkü olmayanın hiçbir oy hakkı bulunmazken, İrlanda’nın bağımsızlık lideri ve efsanesi istatistiki olarak kaybedeceğini bile bile seçimleri bir mücadele şekli olarak kabul etti ve Belfast Belediye Seçimleri’nde partisi IRSP’den Ocak 1913’te bizzat aday oldu. James Connoly Birinci Paylaşım Savaşı’nı da, İrlandalıların Biritanya ordusunda katılmasını da reddeden bir siyasal hat izleyerek 1916 Paskalya Ayaklanması’nın başını çekti ve yaralı olarak ele geçirildikten sonra kurşuna dizildi.
BDP’nin gücünü değerlendirirken, Türkiye’deki Kürt hareketinin yasal partisi olarak verilen mücadeleden vazgeçmemesi, onbinlerce seçilmiş ve seçilmemiş üyesi hapislerdeyken çizdiği siyasi hat incelenmelidir. BDP, defalarca kapatılan ama yeniden açılarak siyasi faaliyetlerine ve seçimlerde aktif çalışmasına devam ederek mücadeleyi sandıklarda da sürdüren bir yapılanma yaratmıştır. Tabii tüm dünyada örnekler çoğaltılabilir. Bask Ülkesi’nde ETA ve Batasuna Partisi, Kuzey İrlanda’da IRA ve Sein Fein yıllarca seçimleri de mücadelesinde kullanmıştır.
Sürekli ortaya konan sözlerden birisi de “Türkiye ne derse o olur”dur. Biz bu tavrı anlasak da kabul etsek de bunu söyleyenlerin esas amacı kimsenin hiçbir şey yapamayacağı üzerinden bu fikri ifade etmeleridir. Bizler somut koşulları ele aldığımızda bu fikri kabulenmemiz mümkün değildir.
Bu ifade şekilleri birleştiğinde; “İşgal altında, 40 bin askerin gölgesinde, demografik yapısı değiştirilmiş Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye ne derse o olur”
Yani doğru bir şey ifade edilerek yanlış bir sonuç bize kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Hem kendi konumlarını meşrulaştırırken hem de kendi ideolojilerinin propagandasını bize dayatmaktadırlar. Bu ideolojik yaklaşımın ülkemizde iki siyasi parti içinde ve değişik biçimlerde ortaya çıktığını görebiliriz. Birinci şeklinde SSCB’nin dağılmasından önce de zaten kendi halkından ve ülkesinden umut besleyen bir ideolojiye sahip olmadığı için köklerinde bu yaklaşım hüküm sürmeyen bir parti vardır. İç dinamiklerden ve halkından beslenmesine rağmen partinin liderliği hep sonuç alıcı projelerini dış müdahaleler beklentisi ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. SSCB sonrası AB’ci, AB’den sonuç alamayınca da AKP’ci bir eğiliminin olduğu son ses kayıtlarından da gayet net anlaşılmaktadır. Bunun ikinci şeklini ise yaşanan hayal kırıklıkları neticesinde halktan iyice uzaklaşarak işgal koşullarında hiçbir şey olmayacağını hatta seçim bile olmayacağını söyleyerek pasif bir mücadele şekli benimseyen, politik alanın dışına doğru akan bir diğer yapıda görmekteyiz. Bu yapıda da halka küsen ve bu halktan bir şey olmayacağını savunan demografik yapıyı ön plana çıkaran bir çok eski mücadeleci bulunmaktadır.
İki yapının da ortak özelliği ülkemizdeki iç dinamikleri yok farzetmeleri ve bunun neticesinde kendilerine bir yol belirlemeleridir. Bu anlamda da Baraka gibi bir örgütlenme üzerinden mücadelenin büyümesini kabul edemeyecekler hatta Türkiye halklarının “Gezi Parkı Eylemlerini” de anlamakta zorlanacaklardır. Anlamadıkları bir başka nokta da bizim hiç acelemizin olmadığıdır.
Erken seçimlerle birlikte bizim de içinde bulunduğumuz Toplumsal Varoluş Güçleri bir çatlak yaratmıştır. Hiç kimsenin biraraya geleceğini düşünmediği ciddi farklılıkları bulunan siyasi yelpazenin en solundaki üç siyasi örgüt bir ittifak oluşturarak yaratılan çatlakla halkımızda TC işbirlikçilerine karşı bir umut olmuştur. TC Elçiliği önündeki eylemlerde, Girne Kapısı’ndaki mitinglerde tüm sendikal çıkışlarda meydanlara akan ve onbinlerce olduğu ifade edilen kalabalıkların dili olabilecek siyasi bir özne için halkımız bu çatlaktan akmaya başlamıştır.
Biz devrimciler olarak aldığımız sorumluluğu yerine getirmek için mücadelemize devam edeceğiz.
Gezi Eylemlerinde sıkça kullanılan bir slogan bize de ilham veriyor; “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam”
Besim Baysal
Baraka Kültür Merkezi Aktvisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.