Anadolu’da 1992’de başlayıp 1996’da kitleselleşmeye adımlarını atan Bergama eylemlerinde,halkın direnişini kırmak için sermaye eliyle birçok yangın çıkarılıp ormanlar yok edilmişti. Bu yangınlarda hissettiği acıları köylü bir kadın, “yanan her ağaç, her dal ellerimde yanıyordu, ellerimin yandığını hissetim” diyerek ifade etmişti. Emeğin doğa ile harmanlandığı, ekmeğini doğadan kazanan, aslında yaşamını doğanın kıyısına değil doğanın tam da kalbine oturtan, doğaya sahip değil ait olarak sürdürüldüğü ekososyalist bir yaşamın ifadesiydi bu.
Geçtiğimiz haftalarda Bağımsızlık Yolu Örgüt okulunda verilen ekososyalizm dersinde Nazen yoldaşın bu ifadeyi derste kullanması yaklaşık 10 gündür beni derinden düşündürmekle birlikte uzun süredir aslında doğa ile olan bağımın eksik bir yanı olduğunu da fark ettirdi.
Evet, doğayı seviyorum; ağaçları, bitkileri, hayvanları, böcekleri kısacası doğaya ait olan her şeyi seviyorum. Sevmek bir yana sanırım aşığım bile diyebilirim. Beni bilen bilir ağaçlar ile dertleşip, toprakla sohbet ettiğim zamanlar bile oluyor. Bir kuşun ötüşünü, dünyanın en büyük orkestrasının en ünlü bestesine bile değişmeyeceğimi, en büyük ressamın, en büyük heykeltıraşın en ünlü sanatçıların bile doğanın yarattıkları karşısında kendi yapıtları ile halt ettiğini düşündüğümü bilir.
Fakat bir eksik vardı, bir yerlerde bir yanlış değil belki ama eksik bıraktığım, eksik bıraktığımız bir şey vardı. Evet, sevgi yetmiyordu. Doğaya aşık olanlar, doğada vakit geçirmekten keyif alanlar, yaşanan talanları, çıkan yangınları, öldürülen canlıları bir parçamız olarak görmeyip, acıyı bir uzvumuzda bedenimizde değil de duygusal, ajite edilmiş bir duygu olarak yaşıyorduk. Aslında biz doğayı, ona ait olarak değil, sahip olarak seviyorduk.
Vahşi kapitalizm, toprakla bütünleşmiş bizleri modernleşme ve teknolojik yaşam yalanını kullanarak, köylerimizden, kırsaldan kopararak, betonlaşmış kentlere hapsedip doğa ile olan birlikteliğimizi bir ağacın dallarını kesermişçesine yok etmiştir.
1986’da, Özal ve adadaki işbirlikçileri adanın kuzeyindeki mevcut askeri işgali,
ekonomik tutsaklık ile perçinlemek için Kıbrıslı Türkleri üretimden koparmayı hedeflemiş ve sanayi üretimini ortadan kaldırmanın yanında toprak üretimini de yok etme adımları atmıştı. 1990 öncesi, narenciye bahçelerinden, Mesarya’da yetiştirilen tahıl çeşitliliğine, zeytin üreticiliğinden, çeşitli sebze üreticiliğine, kendi gıdasını topraktan ve doğadan elde eden Kıbrıslı Türk halkı, bilinçli politikalar ile tarımdan topraktan koparılmış, yaşamını idame ettirebilmek için şehirlere göçe zorlanmıştır.
Adanın kuzeyinde bugün baktığımızda Beşparmak Dağı’nın kuzey yamaçlarındaki ormanların yok edilmesi ve inşaat sermayedarlarına peşkeş çekilmesinin yanında uzun zamandır Omorfo’daki narenciye bahçelerinden Mesarya’daki tahıl tarlalarına kadar aynı uygulamayı yapıp aslında hem doğaya hem de bizlere daha fazla kar hırsı ile saldırılmaktadır.
Neo-liberal politikalar, emeğin sömürüsünü, emekçilerin yaşam koşullarını önemsemedikleri gibi kirlenen yer altı ve yer üstü sularını, yok edilen bitki örtüsünü, ölen, yaşam alanlarından sürülen hayvanları, delik deşik edilmiş dağları umursamamaktadırlar. Onların tek hedefi daha fazla ve daha ucuza kar elde ederek zenginliklerine zenginlik katmaktan başka bir şey değildir ve olamaz.
Bunu yanında kâra dayalı vahşi politikalar ile yaratmış oldukları doğa katliamlarının üzerini örtmek için kuzu postuna bürünmüş bir kurt gibi davranırlar. Destekleyici oldukları “çevre derneklerini, ofislerini” kullanıp kendi reklamını ön plana çıkararak, sözde çevre temizliği, ağaç dikme organizasyonları, kompozisyon ve resim gibi yarışmalar vs. düzenleyip insanın doğa ile iç içe geçmiş kurtuluş mücadelesini pasifize etmeye ve radikal bir doğa mücadelesini frenlemeye çalışmaktadırlar.
Kapitalizmin sürdürülebilir ekonomi veya yeşil ekonomi gibi halklara dayatmış olduğu politikalar bırakın doğanın ve doğadan ayrı düşünülemeyecek olan insanın çıkarına veya faydasına olsun tam aksine fosil yakıtlarının tüketiminden doğacak kaçınılmaz, kapıya dayanmış krizinden önce yeni enerji kaynaklarının finanslaştırılması ve sermayedarlar tarafından paylaşımından başka bir şey değildir.
Evet, hepimizin bildiği bir söz olan “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” sözündeki gibi, kapitalizmin sürdürülebilir ekonomi veya yeşil ekonomi safsatasının tek amacı budur. Çok uzun bir süre geçmeden eğer ekososyalist bir tavır ile doğa ve emek mücadelesini tek bir çatı altında yürütmezsek dünyamızı bekleyen tehlike açıktır. Çok kısa bir sürede güneş ve rüzgar gibi doğanın sunduğu temiz enerjiyi de kendi aralarında paylaşıp bizlere satacaklardır.
“Ya ekososyalist mücadele ya barbarlık”
Neo-liberal politikalar emek ile doğayı birlikte sömürdüğüne göre biz devrimcilerin de insanın doğaya hükmederek değil, onun bir parçası olarak yaşamayı öğrenmekten ve emek ile doğa mücadelesinin iç içe verilmesinden başka bir kurtuluşumuz yoktur.
Yemek yapmak için kullandığımız domatesin, mantarın, pirincin, bulgurun vs. nerden geldiğinden tutun da o yemeği pişirirken mutfakta kullanılan enerjinin nerden ve nasıl geldiğine kadar, bu gıdaları ve ihtiyaçlarımızı karşılamak için ortaya koyduğumuz emeğin nasıl sömürüldüğünü sorgulamaya başlamalıyız. Sistem iletişim araçlarını ve eğitimi kullanarak daha hızlı, daha büyük, daha güçlü, yeniye ihtiyaç kandırmacasının farkındalığına varıp ihtiyaç dışı tüketimi reddetmekten, evimizden çıkan atıkların nereye gidip neye dönüştüğüne kadar her şeyin farkında olmalıyız. En önemlisi tek başına bir mücadelenin sonuç vermeyeceğini kavrayıp, örgütlü bir mücadeleyi oluşturup hep birlikte kavga vermenin gerekliliğini kavramamız gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki üstad Bertolt Brecht’in dediği gibi,
“Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya da hiçbirimiz”
İşte o hep beraber diye tanımlanan,
Doğa ve biziz…
Bağımsızlık Yolu Girne Bölge Sorumlusu
Güngör Acar