Kıbrıs Sorunu gibi makro bir meselenin yeniden ülke gündeminde merkezi bir yer almasıyla; Arabahmet Kültürevi’nin özelleştirilmesi gibi mikro gözüken bir meselenin müzakereler gümbürtüsü içerisinde farkedilmeme veya üzerinde durulmama riski var. Bunu gündemde tutmak istiyor ve meselenin üzerine gitmeye devam ediyoruz. Çünkü mikro, küçük ve teferruatmış gibi gözüken veya gösterilmeye çalışılan Arabahmet Külürevi’nin GAÜ’ye devri meselesi öyle sanıldığı ve düşünüldüğü gibi sıradan, tehlikesiz ve gerçekten Lefkoşa veya sanat için bir devir değildir.
Bugün ne yazık ki bir takım sanatçıların da içinde bulunduğu bazı kesimler Arabahmetin GAÜ’ye devri meselesine “ne var bunda, GAÜ bu toplumun bir kurumu değil mi?”, “GAÜ’yü kutlamak gerek hatta…”, “Lefkoşa Belediyesi şehir ve sanat için bu kararı verdi” gibi yorumlar ve yaklaşımlar sergilemekte. Hatta Arabahmet Kültürevi’nin özelleştirilmesine karşı çıkanlar, düz bir mantıkla “beleşçi halk” veya “devletçi” kategorisine yerleştirmekte. Halkı, kamuyu ve ona ait olan alanları savunmanın, aslında halk için var olması gereken ancak sermayeye teslim olan devleti eleştirmek ve onu var eden halka hizmet etmeye baskılamak olduğu ısrarla göz ardı edilmek isteniyor.
Üniversitede kendisinden ders de aldığım sevgili hocam Ümit İnaçtı’nın geçtiğimiz günlerde Realist gazetesinde yayınlanan yazısında Arabahmet Kültürevi’nin özelleştirilmesine karşı çıkanlar eleştirilmekte ve LTB ile GAÜ’nün ‘ne kadar iyi bir iş yaptıklarından’ bahsedilmekte.
Anlaşılan odur ki meselenin basit bir devir işlemi olmadığı, kamusal alan ve mekanların neoliberal tasfiyesinin bir parçası olduğu görülmüyor. Ve tuhaf olan, bu memleketin bazı sanatçılarının da, GAÜ gibi eğitimi ticaret sektörü olarak algılayan özel bir sermaye kurumunun; kamusal ve halkçı olması gereken belediyecilikle arasına bir fark koyamıyor oluşudur.
Entelektüel olgunluk seviyesi, halka sövmek ve onu aşağılamak olan bir takım aydınlar için sanatın ve sanatsal üretimin neoliberal ilişkilerin çarkından geçiyor olmasının hiç rahatsız edici olmaması doğaldır aslında… Zaten sanat, halk ve toplumsal gelişim için olmadığına göre veya “beleşçi” halk, sanatı, gücü elinde bulunduran sermaye kadar ileri taşıyamayacağına göre, halkın haklarına ya da kültür sanat kurumlarına karşı yapılan sermaye yanlısı müdahale ve gasplar da memnuniyetle dahi karşılanabilmektedir…
Kamusal mekanların tasfiyesi
Memleketin belediyecilik lügatına sanırım Mağusa Belediyesi Başkanı Oktay Kayalp tarafından kazandırılan bir tanım vardır. Bu tanımın kendisi her ne kadar mide kaldırıcı olsa da yine de meselenin özünü çok iyi açıklamaktadır: “Belediyeyi şirket gibi yönetmek.” Aynı Parti’nin bir diğer belediye başkanı ise tam bu tanıma uygun bir şekilde LTB’yi yönetmektedir.
Belediyelerin asli görevlerinden biri de kamusal mekanların iyileştirilmesi, halkın kullanımı için yönetilmesi ve sahip çıkılmasıyken, LTB yönetimi bunun tam tersini yaparak gerek tarihi gerekse de kamusal anlamda değeri olan Arabahmet Külütrevi’ni elinden çıkarmakta, yönetimini özel bir şirkete, oradan da GAÜ’ye devretmektedir.
“Belediyeyi şirket gibi yönetme” mottosu, bir yönüyle “hizmet değil kar” mantığına ve çalışanların haklarının budanmasına işaret ederken, bir ucuyla da kamusal mekanların ve alanların halkın özgürce kullanımının tasfiyesi anlamına gelmektedir. Neoliberal politiklar tüm dünyada kamu yararına olan kurumları, mekanları ve hatta meydanları, parkları dahi sermayenin kullanım alanına açmakta; bunu yaparken de halkın, kamunun özgür kullanımına ve orayı geliştirip dönüştürmesine de sağlam bir darbe vurmaktadır. Çünkü neoliberal politiklar sadece kamu kuruluşlarının veya kamusal mekanlarının özellştirilmesinden ibaret değildir. Neoliberalizm ayrıca bir kültür de yaymaktadır; mekan algısıyla, meydan algısıyla, sanat ve entelektüel gelişim algısıyla sermayenin sularında yüzen ve yayılan bir kültür algısı…
Son on yıllık süreçte dünyada, hatta çok yakınımızdaki Türkiye’de toplumsal direnişlerin, kent ve mekan üzerinden geliştiğini hatırlayarak, neoliberal politikaların toplumsal yaşamda nasıl bir hazımsızlık ve kabul edilememe olarak geri döndüğünü çok rahat görebiliriz. Bu reddedişin vücut bulmuş, sokağa dökülmüş hallerine, İtalya’da bir tiyatro binası işgaliyle başlayan direnişte; Almanya’da kültür merkezi savunusu üzerine bölgesel bir ayaklanmada veya Türkiye’de Gezi Parkı’nın AVM’ye dönüştürülmesi üzerinden tüm ülkeye yayılan eylemlerde rastlamak mümkün.
Kamusal mekanlar toplumların kendilerine ait hissettikleri ve kendilerini de ait kıldıkları kültürün, edebiyatın, sanatın hatta ve hatta yaşam biçiminin ve anlayışının birer beşiğidirler. Halkın renkli ve çeşitli kesimlerinin, entelektüel, sanatsal veya yaşamsal her türlü değeri yeniden üretebildiği, paylaşabildiği ve paylaştıkça da yenileyerek ürettiği mekanların, kamusal kullanımdan çıkartılarak şirketlere, özel sermaye gruplarının işletimine verilmesi hiç de öyle “her şey sanat için” yaklaşımını kaldırmaz. Çünkü kurumların, mekanların ve alanların özel sektöre devredilmesi, o alanda yapılacak olan üretimlerin, paylaşımların ve aklımıza gelebilecek başka her türlü faaliyetin kar amacı güdececeği, sermaye birikimine yönelik olacağı anlamına gelir. GAÜ gibi eğitimi ticari bir nesne olarak algılayıp, üniversiteyi de ticarethane sanan bir zihniyetin kültür sanat meselelerinde farklı bir tavır takınacağını düşünmekse bizlerin işi olamaz. Ancak ve ancak elitist, kendisini halkın üzerinde gören, fil dişi kulelerinden baktığı için toplumsal çelişkilere ve sınıflara kör olan bir algı bunun tersini iddia edebilir.
“Üniversiteyi şirket gibi yönetmek” beraberinde eğitimin metalaşmasını getiriyor. “Belediyeyi şirket gibi yönetmek” beraberinde kamusal mekanların özelleştirilmesini getiriyor. Peki ya “sanatı şirket gibi yönetmek” beraberinde neleri getirecek? Bunu ön görmek, öyle falcı veya büyücü işi değil… Ama biz bırakalım şimdi ve her defasında sanki hiç bilmiyormuş gibi şaşırarak tanık olalım, öyle mi!
Evet, şu Arabahmet Kültürevi meslesi basit bir devir teslim işletme meselesi değildir. Kapsamlı bir özelleştirme ve kamusal mekanların kamu yararı aleyhine tasfiyesi, sermaye lehine yeniden düzenlenmesi meselesidir. Mesele sadece bir kaç tiyatro oyunu veya bir Kültürevi meselesi de değildir. Mesele bir Kültürevi meselesinde vücut bulan yaşamın, kültürün, sanatın ve entelektüel faaliyetin kamusal olmaktan çıkartılarak, sermayenin kontrolüne bırakılmasıdır. Mesele toplumsal fayda ve gelişim ile sermaye ve şirket arasında farkı görememe, görülemediği için de sanatçını da sermayeden ve şirketten yana tavır oluyor oluşudur.
Hasan Yıkıcı
Baraka Aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.