Etnik milliyetçilik, soğuk savaş döneminden önce genelde Afrika, Asya ve Latin Amerika gibi az gelişmiş ülkelerde kendini gösterdi. Fakat soğuk savaş sırasında Orta ve Batı Avrupa’ya da sıçramış, 20.YY’da, etnik milliyetçilikten dolayı ortaya çıkan çatışma ortamı, ikinci paylaşım savaşında yaşanan acı ve zulüm ortamından daha kanlı sonuçlar getirmiştir. Soğuk savaşın ardından yeni dünya düzeni kurulurken, devletler güvenlik konseptlerinde “düşman” a değil “yumuşak güce” odaklanmaya başlarlar. “Yumuşak güç” neydi? Sınırları değişen bölgeler, kitlesel göçler, İslami yardım sorunu vs. Kapitalist ve güçlü devletler, yukarda sayılan noktaları kendilerine karşı bir tehdit olarak gördüler. Bunun da ötesinde, bunları yalnızca kendi devletleri için değil global düzeyde bir tehdit olarak algıladılar. Ulus-devletlerin kurulması ve etnik milliyetçiliğin dünya etrafında yükselmesiyle, yeni krizler ve güvenlik sorunları ortaya çıktı. İkinci paylaşım savaşından beri eyalet sistemiyle yönetilen devletlerin iki önemli prensibi oldu. Bunlar; mevcut devletlerin bölgesel bağımsızlıklarını korumaları ve bu devletlerde yaşayan insanların kendi kaderlerini tayin hakkı prensipleridir. İşte bu problemler, ikinci paylaşım savaşının ardından yaşanan dekolonizasyon (sömürgeden çıkış) sürecinde ortaya çıktı. Buna örnek, Arapların ve Yahudilerin Hindistan ve Filistin’deki bölünmeleri gösterilebilir.
Ruanda örneği…
Ruanda, Orta Arfika’da Büyük Göller Bölgesi’nde yer alan bir ülkedir. Nüfusu 8,2 milyondur. Komşuları Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda ve Tanzanya’dır. Engebeli olan ülkenin adının anlamı “Bin Tepe Ülkesi” demektir. Ruanda’da koloni yönetiminden önce Tutsiler ve Hutular aynı topraklarda birlikte yaşıyorlardı. Ruanda ve Burundi’ye gelen “kaşiflerin” ilk fark ettiği şey ise popülasyonun çok homojen olmasıydı. Burada popülasyon üç ana gruba ayrılıyordu; Tutsiler, Hutular ve Twa Pigmeleri. Bu grupların üyeleri, Ruanda’nın “kabilelerini” oluşturuyordu. Bunlara kabile de, micronation (sözde devlet/fantezi devlet) de denilebilir. Bu kabileler aynı topraklar üzerinde birlikte yaşıyor, “Bantu” adlı ortak dili kullanıyor ve özellikle Tutsular ve Hutiler arasında çoğu zaman kabileler arası evlilikler yapılıyordu. Fakat birbirlerine çok benzemelerine rağmen, kabileler arasından eşitlik yoktu. Bu kabilelerde de modern dünyada olduğu gibi, hiyerarşik bir yapı vardı. Twa’lar popülasyonun %1 veya daha da azını oluşturuyor ve kabileler arasında “önemsiz” olarak nitelendirilen avcılık-toplayıcılıkla uğraşıyorlardı. Hutular popülasyonun %90’nını oluşturuyor ve çiftçilikle uğraşıyorlardı. Tutsiler ise fiziksel özellikleri bakımından toplumun geri kalanından çok farklıydılar. Azınlık konumunda olan ve popülasyonun %9’unu oluşturan Tutsiler, çobanlıkla uğraşıyordu. Fakat Ruanda’ya ayak basan Avrupalılar Tutsileri, “üstün yaratıklar” olarak atletti. Burayı biraz açalım. Bu sömürgeci ve kolonyalist Avrupalılar, daha önce hiç ayak basılmamış bu topraklara geldiklerinde, kafalarında “Avrupa romantikliği” diye tanımlayabileceğimiz düşüncüler mevcuttu. Tutsiler, Hutu ve Twa’lardan fiziksel olarak farklı olmalarının yanında, onlara nazaran daha sosyal kişilik yapısına da sahiptiler. Avrupalılar da bu kabilenin kendi köklerinden geldiği hayalini ortaya attılar ve bu romantik düşüncelerini desteklemek için sürekli yeni tezler sundular. Aslında bunu farklı bir yönden açıklamaya çalışırsak, Avrupalıların özellikle de kolonyal dönemde kullandıkları bir silahı ateşlediklerini anlayabiliriz: ‘Böl ve yönet’ politikası. Bu politika Ruanda’da, bir grubu -burada bu grup Tutsiler oluyor- başka bir gruba/gruplara karşı üstün göstermek/desteklemek yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. İşte; bu süslenmiş basmakalıp, hiçbir dayanağı olmayan yargıların ortaya atılmasıyla Tutsilerin kültürel egoları birden bire yükselir ve Hutular’ı incitip aşağılık kompleksine kapılmalarına kadar devam eder. Bu tehlikeli hisler koloni yönetiminin ürünleridir. Yöntemleri, bir grubu başka bir gruba tercih etmektir.
İki yönlü milliyetçilik…
Ruanda’nın bağımsızlığından önce –ki bu bağımsızlık kritik politik krizlerin yaşandığı, ülkenin ilk Cumhurbaşkanı Georgie Kayiaband rejimi döneminin ardından kazanılmıştı- Tutu ve Hutsi kimlikleri farklı biçimlerde tanımlanmış ama hiç bir zaman ulusal bir kimlik olarak nitelendirilmemişti. Ruanda’daki milliyetçilik iki yönlü ilerleyen bir biçimdeydi: Hutu milliyetçiliği ve Tutsi milliyetçiliği. Ruandalı Hutular ve Tutsiler, kendi kaderini tayin hakkı düşüncesi etrafında organize olmuş topluluklardı. Ruanda’daki etnik milliyetçilik örneği, diğer örneklerden oldukça farklıdır. Çünkü bu iki etnik kimlik, çok uzun yıllar birlikte yaşamış, sosyal ve ekonomik hayata birlikte müdahil olmuşlardır. Önemli olan diğer bir nokta da, 1994’te yaşanan soykırım dışında, hiçbir zaman gruplar arasında bir çatışma yaşanmaması, bir grubun diğer gruptan hiç kimseyi yok etme girişiminde bulunmamasıdır.
Sosyo-politik ayrıştırma süreci…
Ruanda’da sömürge yönetiminin en belirgin sonuçlarından biri Tutsi-Hutu kimliklerinin farkını –kendilerince- ortaya çıkarmak, Tutsileri üstün bir konuma yerleştirmek ve bunun üzerinden bir çatışma ortamı yaratmaktır. Hem Alman hem de Belçikalı sömürgeciler, Tutsiler’in üstün olduklarını onaylamış ve sömürge egemenliği döneminde, onları “Yerel Şef” olarak atamışlardır. Belçika sömürge yönetimi sırasında, Belçika yönetimi vatandaşlara; Hutu, Tutsi, Twa olarak kendi etnik kimliklerini belirten kimlik kartları çıkardılar. Böylelikle kabileler arası kategorize edilme ve ayrıştırılma süreci de başlamış oldu. Ayrıca sömürge eğitim sistemi de, Tutsileri destekleyen bir biçimde hazırlanmıştı. Bölgede süratle Katolik Misyoner Okulları kuruldu, Tutsi kabilesinin üst tabakasına mensup kişilerin oğulları bu okullara alınarak onların üstün olduğu bir kez daha vurgulandı, çocuklar sömürgecilerin kafalarında kurdukları sosyal hegemonyanın şekillenmesinde bir araç olarak kullanıldı. Kısacası Tutsiler, Hutular’a göre, sağlık, eğitim, iş ve genel olarak sosyal yaşamda çok daha iyi koşullara sahip olmuş, Hutular’a ise sömürge yönetiminin ilerleyen yıllarında bu olanaklar neredeyse tamamen kapatılmıştı.
Peki sömürgeciler buraya nasıl gelmişti?
1890 Brüksel Konferansı’nda, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, egemen devletlerce Ruanda, Almanya idaresine verilmiş, doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907’ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermemişti. 1.paylaşım savaşının ardından Ruanda yönetimi Belçika’ya verilmiş, Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilenmişlerdi. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar da getirilmişti. 1950’lere kadar Tutsileri Hutular’dan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, Ruanda ve Burundi’yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsizdi.
Tutsi kıyımı başlıyor…
İkinci paylaşım savaşının bitmesiyle, Belçika sömürge yönetimi de biter, Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere devredilir. Fakat ortada büyük bir sorun vardır; Devlet yönetimi. İşte Ruanda’nın iki başlı milliyetçiliğinin kötü sonuçlarına bu dönemde rastlanır. Tutsi-Hutu ayrılığı, 1959-1962 yılları arasındaki ‘devrim’ sırasında başlar. Yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara gelir. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli faaliyetlerde bulunurlar. Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Ugan’ya sığınır. Bağımsızlık kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974’teki ‘pogrom’ adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı. 1973’te Hutulu Juvenal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı. 1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan “Ruanda Yurtseverler Birliği” (RYB) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.
Çin’e yüzbinlerce satır siparişi veriliyor…
Uganda’daki kamplarından çıkıp Ruanda’da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990‘dan 1992’ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos’ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna “kalıcı çözüm” bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye karar verdiler. En ücra köylere kadar her yerde ‘Interahamwe’ adı verilen yerel, yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ülkenin ekonomisi silah alımına uygun olmadığı için Çin’e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, sivri uçlu sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan “böcek” avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükümeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır.
Tarihin gördüğü en kanlı katliam…
6 Nisan 1994‘te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interhamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar.
BM çekiliyor, katliam şiddetleniyor…
Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katliamlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.
Fransa ve ABD görmezden geliyor…
Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi emperyalist ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM’de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.
Fransa destek veriyor…
Katliam haberlerini alan Ruanda Yurtseverler Birliği (RYB) üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali’nin batısından Kongoya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000’e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.
Nedenleri…
Yaşanan soykırımın gerçek nedeni şüphesiz koloni dönemi sırasında sömürge yönetiminin izlediği ayrılıkçı sosyal ve siyasal politikalardır. Koloni yönetiminin izlediği bu politikalar, Ruanda’daki etnik milliyetçiliği körüklemiş ve 1900’lerin başından 1990’lara kadar gelinmiştir. Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı bu politikalar yaşanan bu soykırımın başlıca sebebidir. Avrupa’da o dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda bölgesinde yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen siyahiler arasında bir tür geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların, Tutsileri gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir. Benzer olaylar başka ülkelerde örneğin Sudan’da da görülmüştür. Ayrıca unutulmamalıdır ki dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Françoi Mitterand, “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” diye açıklamada bulunmuştur.
Sorumlular…
Yaşanan katliamın ardından, sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse tümüyle yok olan devlet kurumlarının olmaması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı kendi köylerinde yaşamaya devam etmiştir. Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine “halk mahkemeleri” (gacaca ) 3’ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi vermiştir. Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler gözetiminde Arusha Tanzanya’da bir uluslararası suç mahkemesi kurularak yargılamalar sürdürülmüştü.31 Mart 2005’te, Interhamwe’nın ardından kurulan Demokratik ve özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR), soykırımı kınayarak iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.
Yazarın notu: Yazı içinde geçen “paylaşım savaşı” “Birinci ve/veya ikinci dünya savaşı” yerine kullanılmıştır.
Kaynaklar:
Barnett, M. (2002) Eyewitness to a Genocide: The United Nations and Rwanda, Ithaca: Cornell University Press.
Clark, F.J. (2006) “Rwanda: Tragic Land to Dual Nationalism”. In: Barrington, L.W. (ed.) After Independence: Making and Protecting the Nation in Postcolonial and Postcommunist State. Michigan: Michigan Press.
Christie, K. (1998) “Introduction: The Problem with Ethnicity and `Tribal` Politics”. In: Christie, K. (ed.) Ethnic Conflict, Tribal Politics: A Global Perspective. Surrey: Curzon Press.
Conversi, D. (2002) “Conceptualizing Nationalism: An Introduction to Walker Connors Work”. In: Conversi, D. (ed.) Ethnonationalism in the Contemporary World: Walker Connor and the Study of Nationalism. London: Routledge.
Forrest, J.B. (2006) “ Nationalism in Postcolonial States”. In: Barrington, L.W. (ed.) After Independence: Making and Protecting the Nation in Postcolonial and Postcommunist State. Michigan: Michigan Press.
Freeman, M. (1998) “Theories of Ethnicity, Tribalism and Nationalism”. In: Christie, K. (ed.) Ethnic Conflict, Tribal Politics: A Global Perspective. Surrey: Curzon Press.
Firuzan Nalbantoğlu
Baraka Aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.