Geçtiğimiz yıl bu günlerde tanışmıştık korona virüs ile.
Çin’de başlayıp önce Avrupa’ya, oradan da neredeyse tüm dünyaya yayılıp pandemi haline gelmişti bu virüs.
O günlerde birçok insan Covid-19’a ilişkin araştırmalar yapmış, ülkemize gelmesi halinde oluşabilecek etkilere karşın çözüm arayışına girmişti.
Kısa süre içerisinde de “beklenen” olmuş ve koronavirüs ülkemize Alman Turist kafilesi üzerinden gelmişti.
Peşinden hükümet: “her türlü önlem alınmıştır, korkulacak bir şey yok” diyordu!
Öyle miydi gerçekten? Korkulacak bir şey yok muydu diye dahi sormadı kimse.
Çünkü herkes biliyordu!
Gerçeklik üzerinden değil konjonktür gereği bu açıklamaların geldiğini.
Hoş zaten o dönem, asker kamuya açık bir bölgede atış talimi de yapsa, “korkulacak bir şey yok” deniyordu. Cephanelikte mühimmatlar da patlasa da!
Üzerimize füze de düşse de, “korkulacak bir şey yok” deniyordu Covid-19 adamızda da görülse de.
Güven yoktu evet!
Ama “korkulacak” çok şey vardı!
Ve toplumun neredeyse tüm kesimleri bunun bilincindeydi.
Bu yüzden bilinen yegane gerçeğe, karantina talebi ile birlikte maske, mesafe, hijyen gibi elzem önlemlere sığındı herkes.
Toplumsal anlamda hemfikir olup bir arada hareket edebilme aralığının bu denli yakaladığı farklı bir örnek yaşanmamıştı yakın geçmişte belki de…
Bu birlikteliğin oluşturduğu basınç ile önce karantina kararı alındı.
Ardından önlemlerin artması adına hükümet edenlere baskı yapıldı.
Tüm baskılara rağmen, halkın hassasiyetlerine yönelik çok fazla cevap gelmese de halkın bütünü izole oldu ve yeni normale ayak uydurarak en az hasar ve halkın başarısı ile ilk karantina sürecine tamamladı.
Açılma sürecine geçildiğinde insanlarda haklı bir gurur ve daha çok birbirine karşı özlem vardı. Halk yeni normal ile hayata yeniden tutunmaya çalışırken bu dönemin geleceğe dair bir kırılma yaratacağı kimin aklına gelirdi ki?
Bu kırılma önce hükümet edenlerde başladı.
Önceleri “korkulacak bir şey yok” şeklinde yapılan açıklamaların yerini artık; “malum pandemi koşulları” diye başlayan ajıtatif açıklamalar aldı.
Sürekli ekonomik gerilemeden söz edildi.
Ama halkın ve özellikle emekçi kesimlerin kapıldığı girdap bir türlü görülmedi.
“Malum pandemi koşulları” denilerek bin beş yüz adet mazeret sıralandı.
Üzerine Mersedesler alındı.
Dağ boyandı!
“Malum pandemi koşulları” dendi ve vergi ve harçlara sessizce zam yapıldı.
Sonunda cüzi bir katkı yapıldı.
O da halkın can suyu değil, damlacığı sayılacak kadardı…
Çalışma yaşamında durum her geçen gün daha kötüye gitti.
Bugün, patronlar “malum pandemi koşulları” diyor ve çalışanlara, tam zamanlı çalışıp yarı zamanlı maaş teklif ediyor.
Üretim sektöründe yer alan küçük işletmelere “malum pandemi koşulları” deniyor ve kredili malzeme yahut hammadde verilmiyor.
Emekçilere, kadınlara, özel sektör çalışanları ve küçük esnaf ve daha nicelerine “malum pandemi koşulları” deniyor ve hareket alanı bırakılmıyor…
Evet Covit-19 tüm dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de ciddi tahribatlara yol açtı.
Ancak aynı patronlar veya sermaye grupları hükümete yaslanıp “malum pandemi koşulları” dediğinde kesenin ağrı pek ala açılabiliyor.
Söz konusu halk olunca ise aynı kesenin ağzı sıkı sıkıya kapatılıyor.
Bu ve benzeri örnekler ne ülkemizde ne de dünyada ilk kez yaşandı.
Bu günü geçmişten farkı, orta sınıf olarak kabul edebileceğimiz kesimlerin de bu dönemde ciddi yaralar almasıdır.
Bir diğer fark ise “malum pandemi koşulları” yalanı ile girilen “savuşturma” çabasının görünür olması ve yaşanan kırılmanın halk ile egemenler arasında iki kutuplu bir noktaya gelmesidir.
Gelinen bu noktada yaşananlara kimse seyirci kalacak durumda değil.
Basınç artıyor.
Öfke yükseliyor.
Bu tablonun örgütlenebilmesi halinde halkın da “malum pandemi koşulları” diyerek koyacak mücadelesi ve kesecek hesabı vardır…
Mustafa Batak
Baraka Kültür Merkezi Aktivisti