Bağımsızlık Yolu Kurucu Üyesi Celal Özkızan yaşanan döviz krizine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Değerlendirmenin tümü şöyle:
Döviz krizi ile ilgili açıklayıcı kısa kısa notlar:
1 – Mesele “Türkiye’nin dışa bağımlılığı” ya da “Türkiye’deki yönetimin kötü politika tercihleri” değil basitçe, baştan bunu söyleyelim.
2 – “Dışa bağımlılık” soyut bir laftır, ve altı doldurulmazsa, hiçbir anlam ifade etmez. Bugün dünya ekonomisi her anlamıyla iç içe geçmiş durumdadır ve dünyanın en fakir ülkesinden en zengin ülkesine, en küçük ülkesinden en büyük ülkesine, en “dışa kapalı” ülkesinden en “dışa açık” ülkesine kadar her ülkenin ekonomik yapısı birbirinin içine geçmiş durumdadır. Yani ortada, farklı farklı ülkeleri farklı farklı biçimlerde etkileyen bir “iç içe geçmişlik” durumu vardır. Örneğin dış ticaret fazlası veren, yani ihracatı ithalatından fazla olan, yani görünürde “dışa bağımlı olmayan” Brezilya yıllardır bir ekonomik kriz sürecinden geçmektedir çünkü kendi önemli ihraç ürünlerinin dünya piyasalarındaki fiyatları aşağıya çekildiğinden, ülkenin ve ihracat firmalarının gelirleri düşmektedir. Sermaye birikimi ve finansal kaynak konusunda diğer ülkelere kıyasla neredeyse hiç sıkıntı yaşamayan Çin bile 2013 yılından beri ciddi bir durağanlığın içine girmiş durumdadır, çünkü Çin’in devasa ekonomisi, Çin’de üretilen ürünlerin dış piyasalarda pazar bulabilmesiyle yakından ilişkilidir (Çin’de iç tüketim oranları çok düşüktür) ve 2007 kriziyle birlikte dünya çapında azalan talep, Çin’in ekonomisini ciddi biçimde etkilemiş durumdadır. O yüzden herkes dışa bağımlı (Yani “yerli ve milliciler”in dertlerini anlatmaları için külah çeşitlerimiz gelmiştir)
3 – İkinci maddede dile getirilen sebeplerden dolayı meseleyi “dışa bağımlı olunsun mu olunmasın mı” gibi anlamsız bir ikilem üzerinden değil, dünya ekonomisine ne şekilde dahil olunacağı üzerinden tartışmak gerekir. Ancak bu tartışma, “keyfi” bir tartışma değildir. Yani ülke yönetimleri dünya ekonomisine nasıl bağlanacaklarını kafalarına göre seçme lüksüne sahip değildirler. İdeal olan, ülkelerin kendi içlerinde üretim çeşitliliğini artırması, kâr için değil toplumsal ihtiyaçlar için üretim yapılması, toplumların kaynaklarının “özel sektörün” ve “özel kişilerin” elinde olmayıp demokratik bir katılımcılıkla hayat bulacak kamusal bir karar alma mekanizmasının elinde bulunması, ve tüm bunlara ek olarak da, dünyadaki her toplum arasında güçlü -ve karşılıklı dayanışmaya dayalı- sıkı bir ekonomik işbirliği ve bağlılık olmasıdır. Yani uluslararası işbölümü, uluslararası işbirliği, ülkelerin birbirine yaslanması günümüzde zaten kaçınılmazdır, mesele bunun nasıl şekilleneceğidir. Elbette tamamen içe de kapanıp dünyadan soyutlanabilirsiniz ama böylece refahınız düşer, daha da önemlisi, hem tüm dünyanın nimetlerinden feragat edip hem de tüm dünyayı kendi nimetlerinizden mahrum bırakıp dar kafalı, basit, çeşitsiz, renksiz bir hayat yaşamayı da tercih edebilirsiniz (merhaba Kuzey Kore).
4 – Günümüzde ise böyle bir “ideal durum” yoktur ve dünya ekonomisinin şekillenmesi a) kapitalist üretim biçiminin özüne bağlı olarak sermayenin (ve bir bütün olarak üretim süreçlerinin) ‘küreselleşmesine’, b) ekonomik ve finansal açıdan güçlü ülkeler ile ekonomik ve finansal açıdan orta güçlü ya da zayıf ülkeler arasında kurulan borç ilişkisine ve c) çok uluslu şirketlerin, büyük sermaye, finansal varlık ve servet sahiplerinin, yani dünyadaki kaynakların çoğunu elinde tutan ultrazenginlerin, ellerindeki kaynakları hangi coğrafyalarda ve ne şekilde değerlendirmek istediklerine (yani kârlılığı nerede gördüklerine) bağlıdır. Tek tek ülkeler de, gerek kendi “milli” kapitalistlerinin kâr arayışlarının doğurduğu baskılar, gerek uluslararası ekonomik işbölümünün ağırlığı, gerek kapitalist kâr ve üretim süreçlerinin yarattığı çarpık finansman ve ekipman ihtiyaçları, gerekse de ülke içinde asgari olarak -ve paralı olarak da olsa- sağlanması gereken ihtiyaçlar (aş, iş, sağlık, eğitim) gibi faktörler doğrultusunda şekillenirler. Elbette bu şekillenişin seyri, ülkenin kendi içindeki güç ilişkileri, emek-sermaye ilişkileri ve ülke yöneticilerinin strateji ve hedefleri tarafından da belirlenir.
5 – Türkiye, “Türk ekonomisinde altın yıllar” olarak görülen 2002-2013 dönemindeki gelişmelerin bir kaçınılmaz sonucu olarak bugün içinde bulunduğu krizi yaşamaktadır. Yani “o yıllar çok iyiydi çok güzeldi, sonradan bozuldu her şey” gibi bir durum yok. Aksine, bugünün krizinin zemini, o “altın yıllarda” hazırlandı. Nasıl? Türkiye tarzındaki kapitalist ülkeler, büyüyebilmek için düşük faize, ucuz dövize, yoğun girdi ithalatına, ve kontrol altına alınmış, bastırılmış, güvencesizleştirilmiş ve borçlandırılmış bir emek/emekçi rejimine ihtiyaç duyarlar. Bu basitçe AKP ile veya belli bir siyasetçi ile ilişkilendirilebilecek bir durum değildir. Bu, kapitalizmin, Türkiye ölçeğindeki ve konumundaki ülkelerde büründüğü ortalama modeldir. Bu tür modellerin “benzini” de, dış finansmandır. Dış finansmana erişebilmek ve kapitalist anlamda büyümeyi sürdürebilmek için de, uluslararası kapitalist sistemin dinamiklerine ve uluslararası işbölümünün yapısal -ve eşitsiz- süreçlerine dahil olmanız gerekir.
6 – 2002-2013 dönemi, ama özellikle de 2002-2008 arası dönem, dünya çapında ekonomik büyümenin kapitalist anlamda sağlandığı, muazzam bir üretim patlaması yaşandığı (“commodity boom”), sermaye hareketlerinin ciddi şekilde canlandığı (özellikle Türkiye tipi ülkelere doğru) ve bu sebeple de dövizin ucuz, döviz elde etmek için alınan kredinin faizinin de düşük olduğu bir dönemdi. Bu dönemin ekmeğini pek çok ülke yedi. Türkiye de yedi. Ancak 2008 yılı ile birlikte, Türkiye özelinde ise 2012-2013 yıllarıyla birlikte bu koşullar ortadan kalktı. Yani kriz kaçınılmazdı.
7 – Bir ‘ara not’ düşelim: krizler, kapitalizmin doğasında var. Krizler “kötü yönetim”in, “beceriksizliğin”, ya da belli şirketlerin “piyasayı yanlış okumasının” sonucu olarak değil, sistemin işleyişinin doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Hem kapitalist bir ekonomiye sahip olup hem da sık sık yaşanan yıkıcı ekonomik krizlere karşı “nerde hata yaptık da kriz oldu” diye düşünmek, “30 yıldır sigara kullanıyorum, 1 gün olsun bağımlılık yaptığını hissetmedim” lafındaki paradoks gibidir. Kapitalist ekonomik sistemi tamamen kendi haline bıraktığınızda bile yıkıcı, ekonomik kaynakları ziyan eden, plansız, kaotik, kriz dostu ve insanların çoğunluğu için maddi manevi sefalet doğuran bir yapıya sahiptir.
8 – Döviz krizini sadece Türkiye yaşamadı. Güney Afrika Rand’ı, Endonezya Rupi’si, Brezilya Real’i, Meksika Pezo’su vs. da ciddi şekilde değer kaybetti. Dahası, ekonomik kriz sadece “döviz krizi” yaşayan ülkelere de özgü değil. Kapitalist krizi, her ülke, farklı biçimlerde deneyimler. Kimisi döviz krizi olarak, kimisi borç krizi olarak, kimisi işsizlik olarak, kimisi ekonomik küçülme biçiminde, kimisi açlık ve sosyal patlama biçiminde, kimisi da etnik/dini çekişmeler biçiminde yaşıyor. Çoğunda zaten bu etmenlerin çoğu bir araya geliyor, ama “ilk tetikleyici” genelde bu etmenlerden tek bir tanesi oluyor. Ancak hepsinin temelinde “kapitalist sermaye birikiminin krizi” vardır. Yani tüm bu etmenlere temel oluşturan dinamik “kapitalizmin birikim krizidir”.
9 – Nedir kapitalizmin birikim krizi? Çok basitçe anlatmak gerekirse, kapitalizmde kaynaklar özel ellerde toplanır. Kişiler, ellerindeki değerleri, ancak “kârlılık” gördükleri yatırımlara veya araçlara akıtırlar. Kârı mümkün kılan şey ise, “emeğin sömürüsüdür”. Emek sömürüsü rekabeti, teknolojik gelişmeyi ve yatırımları tetikler. Teknolojik gelişmeler, kısa vadede kârlılığı artırsa da, uzun vadede, emek gücüne ve emek gücünün verimliliğine duyulan ihtiyacı görece azalttığından, kârlar genel anlamda düşme eğilimine girer. Kârlılık göremeyen küçük olsun büyük olsun yatırımcılar, paralarını bankalarda, finansal araçlarda, döviz satın alarak, altın satın alarak, gayrimenkule yatırarak vs. değerlendirirler. Ancak bu gibi yatırımlar, istihdam yaratmaz, ekonomik büyüme sağlamaz, refaha yol açmaz. Yani “kârlılık” ile “ekonomik kaynakların toplumsal ihtiyaçlar ve kalkınma için kullanılması” birbiriyle çelişkiye düşer. Ortada merkezi ve kamusal bir planlama değil de bireylerin ve şirketlerin keyfine dayalı kaotik piyasa kapitalizmi olduğu için de, sorun çözülemez, hatta büyür. Bugün doların ve altının fiyatının çok ciddi şekilde artmasının sebebi, bireysel yatırımcıların bu alanlara yönelmesidir. Bugün finansal sektörün dünyada çok büyümesinin sebebi de, pek çok bireysel yatırımcının faizden para kazanmaya çalışmasıdır. Tam da bu yüzden dünyada pek çok ülke “negatif faiz” uygulanmasına gidiyor, yatırımcılara “parayı tutmayın bankada, çünkü ekonomi büyümüyor, lütfen o parayı dışarıda harcayın” diyor ama nafile. Varlık içinde yokluk çekiyoruz kısacası. Bütün insanlığa fazla fazla yetecek kaynağımız var; ancak kapitalist sistemde kaynakların kullanımı “kârlılık” esasına dayalı olduğu için, en temel toplumsal ihtiyaçlar bile, sırf kâr getirmiyor diye, yerine getirilemiyor, kaynaklar heba oluyor, milletin evine ekmek girmiyor.
9 – Peki sekizinci maddenin anlamı ne? Mesele Türk Lirası kullanmak ya da Euro’ya geçmek değil. Euro’nun çözüm olduğunu düşünenler, gidip İspanyol, Yunan, İtalyan ve Kıbrıslı Elen arkadaşlarıyla konuşabilirler. Gidip Almanya’da, Fransa’da yoksullaşan kitlelerle konuşabilirler. Gidip ABD’nin “sanayisizleşmiş” şehirlerinin vatandaşları ile (örneğin Detroit) konuşabilirler. Türk Lirası bugün özel anlamda bir sorundur, evet, ama “başlıca sorun” değildir.
10 – Peki Türkiye’de kötü yönetimin hiç mi suçu yok? Neden Türkiye’de para bu günlerde, diğer döviz krizi yaşayan ülkelere kıyasla bile daha çok değer kaybediyor? Türkiye’de kötü yönetimin suçu şu: Bu gibi dönemlerde, kapitalist bir yönetim iki yol izler: Ya, “yapısal reformlar” adı altında, emekçilerin, küçük esnafın ve küçük işletmelerin canına daha da okuyacak ve sosyal devlet uygulamarının altını daha da uyacak adımlar atar (özelleştirmeler da dahil); ya da görece “halkçı” sayılabilecek ama sistemin dışına da çıkmayacak yöntemlere başvurur (servet vergisi gibi, belli başlı büyük özel şirketlere ve bankalara el koymak ya da onlar üzerinde sıkı bir denetim sağlamak gibi, belli başlı konularda merkezi ekonomik planlamaya gitmek gibi). Türkiye’deki yönetim ikisini de yapmadı. İkincisini yapmadı çünkü zaten AKP yönetimi bir “acımasız kapitalistler çetesi”dir ve ayrıca sermaye ciddi şekilde örgütlüyken, sermaye karşıtı ufak talepleri bile ise gündeme taşıyabilecek örgütlü bir sol/sosyal demokrat parti ya da güçlü bir sendikal blok dahi yokken, böyle bir adım beklemek anlamsız olur. Birincisini ise yapmadı çünkü, halkın canına yeterince okunmuş durumdadır Türkiye’de (bir kıdem tazminatı kaldıydı geriye, ona da el uzatmaya çalışırlar şimdi) ve ayrıca toplumun çoğunluğu korkunç düzeylerde borçlandırılmış ve güvencesizleştirilmiş durumdadır. Dahası, “yapısal reformlar”, AKP’ye ciddi oy kaybettirecekti çünkü AKP’nin oy tabanı arasında ciddi sayıda yoksul, işçi ve küçük işletme sahibi insan var. Bu iki yoldan birini (ya da ikisini birden) izleseydi bile, bir kriz yaşanacaktı önceki maddelerde sayılan sebeplerden dolayı, ancak makroekonomik anlamda görece daha hafif atlatılacaktı belki. Belki. Kesin değil; çünkü krizden “çıkış yolu” ancak yeni bir “ekonomik büyüme modeli”ne geçilmesiyle ve birikimin koşullarının yeniden sağlam bir biçimde pekiştirilmesiyle mümkün olur ki geçtim Türkiye’yi, dünyada bile şu an böyle bir ışık görünmüyor (mevcut modelde ısrar etmenin de anlamı yok çünkü dünya artık 2002-2013 arası dünya değil).
11 – Peki hangi yolu izledi AKP yönetimi? Sırf oy kaybetmemek için, sırf “ülkede kriz var” dedirtmemek için “yapay” bir durum yarattı 2013’ten beri. Bu durum 2017’deki ilk döviz kriziyle patladı, şimdi de ikinci patlama yaşanıyor. Neydi bu yapay durum? Örneğin kamu bankaları aracılığıyla piyasaya düşük faiz pompalamaya devam etti, bunun ekonomik büyüme anlamında ciddi bir karşılığı olmamasına rağmen; örneğin son 6 ayda TC Merkez Bankası, piyasaya 100 milyara yakın Türk lirası bastı karşılıksız, sırf “ekonomi dönmeye devam etsin” diye, bu da tabii Türk lirasını daha da değersizleştirdi; örneğin yabancı yatırımcıyı “korkutacak” ekonomik (üstü kapalı sermaye kontrolleri, döviz işlemleri üzerinde kısıtlayıcı önlemler) ve politik (Ayasofya kararı gibi) adımlar attı; örneğin kamu kaynakları yandaşlar ve siyasi amaçlar için çarçur edildi. Ancak tekrar edelim, bunların hiçbiri yapılmasaydı dahi, Türkiye’yi “müthiş akıllı ekonomi uzmanları” yönetseydi dahi, döviz yine ciddi şekilde yükselecek, ekonomik bir kriz yine yaşanacaktı; çünkü ekonomi “teknik” bir konu değil, toplumsal, politik ve sınıfsal bir meseledir.
12 – Peki kktc’de durum ne? Biz bütün suçu Türk Lirası’na atıyoruz, ama bizim izlediğimiz “ekonomik model” de Türkiye’dekinden pek farklı değil. Tüketim malları bakımından ciddi bir dışa bağımlılık var. Dahası, “yerli üretimimiz” bile ithal girdilere bağımlı. Ödemeler dengesinin en güçlü iki pozitif kalemi, yani turizm ve yükseköğrenim, “dış talebe” bağımlı. Bizim Türkiye’den farkımız şu ama: Bizde kamunun da özel sektörün de ciddi bir “dış döviz borcu” yok. Dahası bizde bir “birikim krizi” de yok. O yüzden, her ne kadar TL kullansak da, bizde kriz, topyekün bir “ekonomik kriz” olarak değil, daha çok tüketim malları karşısında “alımgücünün düşmesi” ve belli başlı küçük işletmelerin kapanması biçiminde gerçekleşecekti. Tabii araya pandemi girince, ve turizm ile yükseköğrenim de ciddi bir darbe alınca ve ülkeye girişler de azalınca durum değişti.
Bizdeki sıkıntı, finansman ihtiyacıdır. Daha büyük sıkıntı ise, ülkede yaratılan zenginliğin (başta otellerde, kumarhanelerde, inşaatlarda, eğitim ve sağlık sektörlerinde ve perakende ticaret sektöründe) ve erişilen finansmanın, “toplumsal ihtiyaçlar” için değil, hem dışa bağımlılığı artıracak türden yatırımlara hem de kişisel lüks tüketim harcamalarına ayrılmasıdır. Örneğin, çok sağlam, ucuz, kaliteli ve konforlu bir toplu taşıma sistemi kuracak bir zenginlik var ülkede. Ancak bu zenginlik özel ellerde toplanmış durumdadır. O yüzden bu kaynağı toplu taşımaya ayırmıyoruz. Napıyoruz? Elinde kaynak olan araba ithalatçısı, araba ithal ediyor. Devlet de taşıt vergilerinde indirime gidip, yürü ya kulum diyor. Elinde kaynak olan müşteri de, gidip araba satın alıyor. Noluyor, ülkede yaratılan zenginlik, dışarıya çıkarılıyor. Dahası, ulaşım açısından dışarıya bağımlılık (gerek araçlar, gerek benzin bakımından) daha da bir ileri seviyeye taşınıyor. Dahası kişiler, topluma ancak “araba sahibi olarak” dahil olabiliyorlar ve bu da ulaşım gibi en temel ihtiyacın ve hakkın ciddi bir gider kalemi olmasına sebep oluyor. Yani sırf araba ithalatçıları zenginliklerine zenginlik katmaya devam etsin diye, sırf zengin züppenin biri 70 bin sterlinlik arabaya binsin diye bütün bir toplumu süründürüyoruz. Aynı örneği inşaat sektörü için de verebiliriz. İnşaatta biriken zenginlik ile hem sosyal konut projelerine girip gençleri ve ev sahibi olmayanları çok ucuza ev sahibi yapabiliriz, hem de ordan artacak para ile altyapı yatırımlarımızı finanse edebiliriz. Peki biz ne yapıyoruz, bütün kaynağımızı “lüks inşaata” yatırıyoruz. Kaynak heba oluyor. O lüks evi/villayı da ya zengin bir yabancı, ya da zengin bir yerli alıyor. İnşaat firması sahibi de müşterisinden aldığı para ile ya kişisel lüks tüketim yapıyor ya da yine inşaat sektörüne yatırım yapıyor (veya diğer “dışa bağımlı” sektörlere giriyor).
13 – Uzun lafın kısası; ya sosyalizm ya barbarlık.