“Biz burada öğrenci ve işçilerle birlikten, dayanışmadan konuşuyoruz, siz bana kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz.”
1968 yılı Mayıs’ında Cannes Film Festivali’nin iptal edilmesi amacıyla yapılan toplantıda kurar bu cümleyi Jean-Luc Godard. Fransa’da baş gösteren herkesin malumu, öğrenci ve işçilerin dönemin politikalarına karşı başlattıkları eylemlere sinemacılar da tavizsiz kalmaz.
Ülkenin büyük bir bölümünde protestolarla öğrenci ve işçiler haklarını ararken festival hiçbir şey olmamış gibi başlamamalıdır. Jean-Luc Godard, François Truffaut, Louis Malle gibi yönetmenlerin başı çektiği grup, sinema perdesinin indirilmesi ve ses kablolarının kesilmesi gibi “eylemlerle” hedeflerine ulaşır. Onlara göre sinema, toplumsal olayların dışında kalmamalıdır. Gösterilecek filmlerin hiçbirinde – kendi filmleri dahil – öğrenci ve işçilerin sorunları yer almaz (burada bir özeleştiri de bulunur. “Biz geride kaldık” der Godard).
Cezayir’deki işgale, Vietnam savaşına, işsizliğe tepkisiz kalamayan halk ayaklanmışken sinemanın teknik yetkinliğinden, filmlerin renk paletinin güzelliğinden bahsetmek gereksizdir. Ya sokağa çıkıp mücadeleye destek vermeli ya da olayların nabzını tutan eserler yaratmalıdır. Festivalin iptali sonrasında sağ kanat Fransız basını “sabotajcılar” tarzında başlıklar atarlar. Buna karşılık başkentteki “eylemciler”, Cannes kahramanlarını bağrına basar.
Kapitalizmin yaşattığı kabuslara karşı tepki ortaya koyan pek çok sinemacı da Paris’e döner, barikatlardaki yerlerini alırlar. Gösterdikleri direnç sinemanın dönüşümüne de önayak olur. Sonraki yıllarda eylemlerin rüzgarına kapılan azımsanmayacak sayıda film 68 mayısındaki protestoların meyvesidir. İnsanı çıkışsızlığa iten olgulara gösterilen tepkiler, değişimi kaçınılmaz kılmıştır. 68’den günümüze pek çok şey değişmiştir belki de.
Sinemanın muhalefet gücünün 70’li yıllara oranla günümüzde azalmış olması mümkündür. Yine de sosyalist düşüncenin yanında duran sinemacılar mücadelenin ne kadar önemli olduğuna ilişkin katkılarını koymaya yedinci sanat aracılığıyla devam ederler. Bıkmadan usanmadan üretmeye devam eden Ken Loach ilk akla gelendir. Son filmi “Sorry We Missed You” ertesinde Loach sinemasına yöneltilen ‘sürekli aynı filmleri çekiyor’ tarzındaki eleştiriler oldukça yersizdir.
Bu eleştirilerin kaynağının kapitalist düzeni korumaya çalışan “kalemlerin” yaşadığı tedirginliğe yormak da oldukça gerçekçidir. Nedeni ise oldukça basit. Ken Loach sinemasını izleyenlerin bildiği en önemli şey, neredeyse tüm filmlerindeki ortak duygu, akılda yer eden ‘bir şey yapmalı’ vurgusudur. Bu nedenle düzenin, sistemin değişmesi gerektiğine dair tutkusu da hiç son bulmaz. Yine Loach da, aynı dönem meslektaşı Godard’ın 68’de dile getirdiği düşünceye oldukça yakındır. Kamera açıları ve yakın çekimlerden ziyade içerik ön planda olmalıdır, yoksa tarihsel bağlamda hiçbir şey ifade etmezler. Yine aynı eleştirmenlerin ‘hep aynı filmler’ diye yaftaladığı Loach sineması, şu mesajı da verir: uyanın artık, bu kadar uyuduğunuz yeter.
Bu minvalde Sidney Lumet klasiği “Network” de hemen gelir akla. Peter Finch’in olağanüstü oyunculuğuyla göz kamaştırdığı karakteri, filmin bir noktasında unutulması zor bir sahneyi yaratır. Kriz döneminde bir haber kanalı sunucusu olan Howard Beale, yaşadığı dönemin ağır koşullarına dayanamaz ve canlı yayında içindeki öfkeyi serbest bırakır. Krizin toplum üzerinde neler yaşattığıyla ilgili uzun tiradında herkesin ya işsiz ya da işini kaybetme korkusuyla yüz yüze geldiğinden dem vurur. Kimsenin kimseye güvenmediğini ve aslında kimsenin ne yapacağını bilemediğini haykırır. Suç oranının ne kadar arttığını ve bununla alakalı olarak herkesin evine kapanıp dünyalarımızı ne kadar küçülttüğümüz gerçeğini yüzümüze çarpar.
“İşlerin kötü gittiğinin farkındayız” der. Hatta kötüden de beter. “Ne istediğinizi biliyorum: bizi rahat bırakın. Ama ben sizi rahat bırakmayacağım”. Tüm bu konuşmanın ardından yerinden kalkar, kameraya yaklaşır ve çözümün kendi dünyalarımıza sığınmak olmadığını olası bir çözümün öfkelenmekten geçtiğini belirtir. “Hemen şimdi kalkın, pencereye gidin, camı açın kafanızı dışarı çıkarıp haykırın: ‘deliler gibi öfkeliyim ve buna daha fazla katlanamıyorum!’. Oluşturduğu etki sokaklarda yankı bulur. Küçük dünyalarında kendini huzurlu hisseden pek çok kişi yerinden kalkar, penceresini açar ve malum cümleyi haykırır karanlığa. Sokaklar yankılanır. Bir film karakteri olan Howard Beale de, Godard ve Loach gibi aynı mesajı verir: uyanın artık, bu kadar uyuduğunuz yeter.
Bu misyonu ülkemizde Bağımsızlık Yolu’nun üstlendiğini iddia etmek abartı sayılmaz. Ezilenlerin, sistemin kurbanlarının, acısını haykıramayanların sesi olarak sokaktadır. Yaşadığımız düzenin üzerimize yıktığı sorunların altından kalkmamızın tek yolunun isyan etmek olduğunun bilincinde olarak eylemleri süreklidir. Tıpkı Godard gibi tıpkı Loach gibi ve de tıpkı Network’ün asi sunucusu Howard Beale gibi bir şeyleri değiştirmenin anahtarının en etkin yolunun sokaktan geçtiğini iyi bilmektedirler. Ne de olsa çok açıktır ki mücadele sokakta, değişim sokakta, gelecek sokakta ve evet hayat sokakta.
Haydar Dolmacı
Bağımsızlık Yolu Üyesi