Ölüm ve Olgunluk – Münür Rahvancıoğlu

Sonay Adem ve Hulus İbrahim birer hafta arayla yaşamlarını kaybettiler. Birinin gidişi sessiz sedasız oldu, diğerinin ölümü günlerce konuşuldu.

Ölüm, özellikle ölenin geride kalan sevenleri açısından çok zor bir olgu. Herhangi bir kişiyi iyi veya kötü insan olarak tanımlamak, o kişinin ardından üzülen, onu seven ve yakını olan insanların varlığı gerçeğini değiştirmez. Yaşamı zorluklarla ve özveriyle geçmiş bir kişinin ardından üzülenler, yaşamında gelecek kuşakları olumsuz etkileyecek bir çok şey yapmış bir kişinin ardından üzülenlerden daha az olabiliyor. Çoğu zaman da böyledir zaten…

Kimin ardından kaç kişinin üzüldüğü veya hangilerinin gerçekten üzüldüğü, hangilerinin modaya uyduğu, hangilerinin ölümün acı gerçekliği karşısında eski defterleri bir yana kaldırdığı bilinebilecek, değerlendirilebilecek veya üzerine yorum yapılabilecek şeyler değil. Kimsenin de haddi değil. Ama ölenin yaşamında yaptıklarının ölüm tarafından unutturulmasını beklemek de mümkün değil…

***

Belki küçük bir ülkede yaşıyor oluşumuzdan belki de orta sınıf ağırlıklı sosyal dokumuzdan kaynaklı olarak, sadece ölümde değil her türlü kişisel ilişkide olumsuzlukların üstünü örtmek gibi bir refleks ağır basıyor. Üstelik bunu “olgunluk” “hoşgörü” “medeniyet” gibi kılıflara sokup süslemeyi de seviyoruz.

Bu durumun istisnalarından sayılabilecek bir olay eski sağlık bakanlarından Ali Nihat Atun’un cenazesinde, Tuncer Özbahadır’ın kendisini işten attığı için hakkını helal etmemesi sayılabilir. Kişisel mağduriyet yaşanan birçok vakada buna benzer uzun süreli husumetlere rastlanabilse de; toplumsal zarara yol açan icraatlarda böyle örneklere pek rastlamıyoruz.

Okul kapatan, belediye batıran, kamu yollarını kendi arazisinden geçiren, kurumları peşkeş çeken, yolsuzlukları bilinen sol veya sağ birçok siyasetçi, söz konusu olaylar yaşanırken kendilerini eleştirenlerin, olay geçtikten sonra en samimi ahbabı olabiliyor.

Karpaz’a elektrik götüren ve ülkenin doğasını geri dönüşümsüz bir çekilde mahveden bir başbakanı, o gün acımasızca eleştirenler, daha sonra yere göğe sığdıramıyorlar. Yolsuzlukları partili partisiz herkesin diline düşen bir diğer eski başbakan ise kendisine muhalif kişi ve örgütler arasından hala elini sıkacak insan bulabiliyor. Ve bu kişiler yaptıklarını “olgunluk” olarak tanımlıyorlar…

Kişisel meselelerde bitmek bilmeyen bir kin tutarken, toplumsal meselelerin bu kadar kolayca unutulması gerçekten de olgunluk mu sayılmalıdır? Çocuklarımızın yaşayacağı doğayı talan eden, çocuklarımızın gireceği iş yerlerini özelleştiren, hepimize ait kamusal kaynakların içini boşaltan, trafikte, sağlıkta, eğitimde geri dönüşü olmayan hasarlara yol açan icraat sahiplerine böylesi hoşgörü ile yaklaşanların; kişisel bir laf dalaşından dolayı yıllarca kin tutabilmesi, bu “olgunluk” tezi ile çelişmiyor mu? Yoksa bu “olgunluğun” ardında başka sebepler mi aramak gerekir?

***

Geçtiğimiz gün ölen Hulus İbrahim, TMT tarafından hakkında “vur emri” çıkarıldıktan sonra yurtdışında yaşamak zorunda kalmış, Kıbrıslı Türk emek hareketine özveri ile hizmet etmiş ve bunun bedelini ödemiş bir emekçi idi. Sessiz sedasız uğurlandı.

Günlerce hakkında yazılıp çizilen Sonay Adem ise, partisinin muhalif olduğu dönemlerde birçok bedel ödemiş de olsa, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olduğu dönemde, bakanlar kurulunun bir üyesi olarak ekolojiden emeğe, kadın haklarından sosyal konulara onlarca meselede birçok olumsuz icraatın altına imza atmış bir kişiydi.

“Solcu”, “devrimci” diye övgülere boğulan eski bakanın, en çok bilinen iki icraatı ise; kadın emekçilerin yıpranma payı hakkını ortadan kaldırması ve emeklilik yaşını beş yıl uzatmasıydı. O dönem, bu icraatlara kıyasıya eleştiri getirenlerin, kişisel olarak sevdikleri birini ölümünün ardından kişisel olarak sevgi ile uğurlamaları elbette en doğal haklarıdır. Ama ülkemizde emek hareketinin yasal kazanımlarını geriletmek bakımından bugüne kadar yapılmış en büyük saldırılardan birinin başında bulunmuş bir kişiyi; “solcu”, “emekten yana”, “devrimci” diye tanımlamaları bizim ülkemize özgü bir tutumdur.

Yaşamında ne yapmış olursa olsun, bir kişiyi yaşarken veya ölürken sevmekten vazgeçemeyebiliriz. Sonuçta hepimiz insanız ve sevgi de kontrol edemeyeceğimiz bir duygudur. Ancak birini seviyor olmamız, onu kendimizce olumlu bulduğumuz sıfatlarla donatma hakkı vermez bize. 2008’den sonra işe girmiş, yani 1990’dan sonra doğmuş teker teker her çocuğun beş yıl daha fazla çalışmasının müsebbibi olan birisine “emekten yana” derseniz, ülkenin emekten yana bütün kişilerine haksızlık etmiş olursunuz.

Üstelik ölüm karşısında herkesi eşitleyen veya kamusal hakların geriletilmesine yeterli tepkiyi vermemekte direten sözde bir “olgunluk”; bugünkü makam sahiplerinin de her türlü hak gasbını yapıp sonra da övgülerle uğurlanacağı düşüncesini pekiştirecektir. Ölümde de hesap soranlar “olgun” sayılmayacaklarsa, varsın sayılmasınlar… Olgun olanların bugüne kadar ne yaptığını, bize nasıl bir gelecek miras bıraktığını yaşayarak görüyoruz. Farklı bir yol denememek için hiçbir sebep yok…

Münür Rahvancıoğlu

Bağımsızlık Yolu Genel Sekreteri