Son yirmi yılda patlak veren ikinci inşaat furyasının içerisinden geçiyoruz…
Gelişen teknolojiyle oluşan imkânlar sayesinde, artık inşaat hazırlık ve yapım süreleri kısalmış durumda. Yani zaman alan ucu açık şantiyeler artık yok. Tarih belirtilen ve en fazla bir ay gecikmeyle tamamlanan inşaatlar artık mümkün…
Bu durum ilk bakışta olumlu görünmektedir. Ancak, olumlu yanı bir kenara dursun, bu durum beraberinde ciddi olumsuzluklar barındırıyor. Sermaye sahipleri “parsellenen arazilere ne kadar çok hane sıkıştırırsam o kadar kardır” mantığıyla hareket ediyor… Hal böyle olunca teknik imkânların da yardımıyla parsellerin kullanım durumu ve oranıyla ilgili kısa sürede tespitlerde bulunabilirken, tasarımla alakalı temel ihtiyaçlar dikkate alınmayarak sürekli kendi kendini tekrar eden yapılar ortaya çıkartılıyor. Bu da inşaat sürecini insanların asgari -ve hatta bunun aşağısında- ihtiyaçlarının yer aldığı yapıların tasarlanıp inşa edilmesinden ibaret kılıyor.
Yani; günün sonunda insanları kendi alanlarında sıkışıklığa mahkûm eden, yaşam alanları değil ‘‘hapishaneler’’ inşa ediliyor.
Sermayenin bu tavrına, hükümet edenlerin sessiz kalması arazilere hoyratça saldırılmasının önünün açıyor. Bu da sermayenin tekelinde kurulan pazara neden olarak, dudak uçuklatan fahiş fiyatları halkın önüne koyabilmesinin önünü açıyor…
Hal böyle olunca, yeşil alan ve araziler eriyip gidiyor, kıyı şeritleri yabancı sermayelere peşkeş çekilerek adeta yağmalanıyor… Bu da insanların büyük şehirlerde parklardan, bahçelerden, yani nefes alabileceği alanlardan mahkûm kalmasına neden oluyor.
Bunun yanında yalnızca barınma odaklı yapılan inşaatlar insanların ailesi, işi, okulu ile arasına bariyerler koyuyor. Çarpık ve plansız yapılaşma, trafiği de içinden çıkılmaz hale getirerek, kısa mesafeleri dahi ulaşılması güç duruma getiriyor.
Bu noktada, şehirlerin tüm ihtiyaçlarını barındıran kapsamlı bir organizasyon yapılması, mevcut imar planlarının geliştirilmesi ve imar durumu eksik ve noksan bölgelere yeni planlamalar yapılmasının vakti geldi de geçiyor.
Çünkü bir şehrin kalbi yalnızca şehrin merkezi bir noktası değil; insanların yolu, evi, işi, okulu, geçmişi, geleceği, tarihi dokusu ve hassasiyetlerinin yanında tüm canlıların yaşam alanıdır. İmar planları ise şehirlerin kalbine giden can damarlarıdır. Bu sebeple, oluşturulacak imar planları bölgenin dokusu (varsa) tarihi yapısını korumayı ve ortaya çıkabilecek yeni (alt yapı, park ve yeşil alan) sorunlarının önüne geçmeyi hedeflemelidir.
İmar planları ile birlikte etkili denetim araçlarının oluşturulması ve işletilmesiyle yapılacak inşaatlar kente ve içerisinde yaşayan tüm canlılara nefes aldıracaktır.
Bugün şehirlerimizin içinde bulunduğu karanlık tabloya rağmen, yaşam alanlarımızı kurtarmak aslında hiç de zor değildir…
Ancak canlıların ihtiyaçları ile sermayenin ihtiyaçlarının çelişkisi olayı içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir. Bu yüzden şehirlerin ve içerisinde yaşayan canlıların derin bir nefes alması, sermayenin hâkimiyeti yerine yaşam hakkını esas alan bir anlayışı koyduğumuz zaman mümkün olacaktır
Mustafa Batak
Baraka Kültür Merkezi Aktivisti