Hiç düşündünüz mü? Bedeniniz sağlıklı, kollarınız bacaklarınız sağlam, kafasınız tam olması gereken yerde, kalbiniz ve diğer organlarınız da çalışır durumda… Ancak bütün ömrünüz boyunca söylediğiniz her sözü, attığınız her adımı kendi iradenizle değil de başkasının verdiği direktiflere ve komutlara göre belirliyor ve öyle gerçekleştiriyorsunuz. Bu durumda “sonuçta yaşıyorum işte” diyebilir miydiniz? “Kendi halime bıraksalar belki de öleceğim” diye korkup varolan durumu kabullenir miydiniz?
Bunları diyemediğinizi ve kabul etmediğinizi varsayarak, neden “Bağımsız Kıbrıs” dediğimizi ve bu sene Baraka Kültür Merkezi ve TDP Gençliğin beraber organize ettiği, Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin’de destekçisi olduğu eylemimizden bahsetmek istiyorum. Son 5 yıldır 14 Ağustos gecesi, gündüz gerçekleştirilen törenlere inat geceleri sokakları boş bırakmayan insanlar var bu adada. Türkiye’nin adayı işgal edişinin 40. yılında yine boş bırakmadılar. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan bazı tartışmalardan ötürü iki farklı eylemin olması üzücü olsa da sokakların böylesi bir günde bağımsızlık yanlısı ve işgal karşıtı söylemlerle doldurulması Kıbrıs’ta “yüksek” siyasi dilin dar çerçevesine sıkışmış siyaseti sarsıyor olması açısından büyük önem taşımakta. Umarız ilerki yıllarda atılacak sloganlar tek bir ağızdan ve tek vücut olarak çok daha güçlü ve yüksek çıkacaktır.
Öncelikle ‘bağımsızlık’ dediğimizde tam olarak ne demek istediğimiz üzerine birşeyler söylemekte fayda var diye düşünüyorum. Çünkü diğer tüm kavramlarda olduğu gibi bir kavramı nerede, ne zaman ve hangi bağlamda kullandığınız, onun ne anlama geldiğini de belirleyen ya da belirlemesi gereken bir durum. ‘Bağımsız Kıbrıs’ dendiği zaman tarih boyunca dünya siyasetine çeşitli açılardan yön vermiş bütün bağımsızlık mücadeleleri ile hem dolaylı bir bağ kurmak hem de Kıbrıs’a özgü koşulları değerlendirip ona göre bir yol belirlemek önemli.
Tarihsel olarak bağımsızlık mücadelelerinin “ulusal kurtuluş” mücadeleleri şeklinde tezahür etmesi, bugün bağımsızlık talebinin kendisinin ”ulusalcı” veya amiyane tabirle ‘modası geçmiş’ bir kavram olarak algılanmasına neden oluyor. Olguları bağlamlarından çıkarıp değerlendirdiğiniz zaman, sol anlayışı benimsemiş, barışı savunan insanların aynı anda ‘ulusal’ olarak algılanan bir taleple ortaya çıkması ilk anda çelişki barındırıyor gibi görünebilir. Tarihsel olguları bağlamından koparıp bugünü salt düne bakarak anlamaya çalışmanın sonucunun böyle olması şaşırtıcı değil elbette. ‘Nasıl oluyor da bütün halkların kardeş olmasını isteyen bir anlayış aynı anda sadece kendi ülkesinin bağımsızlığını savunabiliyor’ diye karşı çıkışlar bile duyduk yaşanan süreçlerde. Aslında bakarsanız, evet biz tam da bütün halkların kardeş olması gerektiğine inanırken, aynı anda Kıbrıs’ın da bağımsızlığını istiyoruz. Çünkü içinde bulunduğumuz durumda bu her iki talep de geniş açılı bir perspektifin birbiriyle bağlantılı ve hatta içiçe geçmiş talepleri olarak düşünülmeli. Bu bağlamda şunu söylemek gerekir ki, ne geçmiş dönemlerde diğer coğrafyalarda verilen bağımsızlık mücadeleleri sadece bugünden bakarak değerlendirilebilir ne de bugün Kıbrıs’ta verilen ve verilecek olan bağımsızlık mücadelesi salt o günün pratiğine veya söylemlerine bakılarak yorumlanabilir.
Bugün ‘Bağımsız Kıbrıs’ı temel alan bir mücadele pratiği hem Kıbrıs’ın özgül koşullarını hem de dünyanının geri kalanını nasıl yorumladığımız üzerinden anlam kazanabilir. Kıbrıs’ın özgül koşulları artık birçoğumuzun pek yakından aşikar olduğu gerçekler aslında. Emperyalizmin yarattığı koşulların bedelini uzun bir süredir ödeyen Kıbrıs halkları, bugün kuzeyde ABD’nin taşeronu olarak TC’nin, güneyde ise daha çok AB ve Yunanistan’ın politikaları altında yine bedeller ödemeye devam etmekte. Kuzeyde Kıbrıslı Türkler’e TC tarafından dayatılan ekonomik paketler ve sistemli kültürel asimilasyon, Güney’de ise AB sonrası yaşanan kriz ve yapısal dönüşümle birlikte Troyka’nın uyguladığı yaptırımlar iki halkın da canını yakmakta. O yüzden bu adada emperyalistlerle ve onların taşeronlarıyla mücadele etmeden, sadece onlarla ‘karşılıklı saygı ve anlayış’ üzerinden ilişki kurmayı savunanlar bir anlamda abesle iştigal ediyorlar. Kıbrıs adası ekonomik değere sahip birçok yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olsa da, “emperyalizm açısından Kıbrıs adasının sömürgeleştirilmesinin ağırlıklı nedeni her zaman stratejik önemi olmuştur. Sürekli hakimiyet politikası; her tarihsel dönemde, dönemin en gelişkin ve hegemon emperyalist ülkesinin Kıbrıs’ın kontrolünü elinde tutması yanında, her ne sebeple olursa olsun Kıbrıs üzerindeki hegemonyadan vazgeçmemek için her türlü yola başvurulması anlamındadır.” [1]
Peki ‘Bağımsız Kıbrıs’ talebi salt bir idealden öteye gidebilir mi? Yani bugünün küresel kapitalizm koşullarında ‘bağımsız’ bir Kıbrıs mümkün mü? Bu sorunun cevabı ilk başta da değindiğimiz gibi kavramı neye göre anlayıp neye göre değerlendirdiğimiz ile ilişkili. Mesela bugün ABD’nin varlığı bir bakıma Çin’in doları sabit kur olarak tanıyor olmasına bağımlıysa, ve Çin’in varlığını sürdürmesi de ürettiği malları dışardaki pazarlara satabilmesine bağımlıysa, Kıbrıs gibi küçük bir adanın tüm dünyadan bağımsız kendi kendine yetebilir bir ülke olacağını düşünmek en iyi tabirle hayaldir. Böylesi bir bağımsızlık anlayışı bugünün kapitalist koşullarında zaten mümkün değildir. Ancak bağımsızlığı en yalın haliyle bu ülke üzerinde yaşayan halkların kendi kendini yönetip kendi sözlerini birleşik bir adada söyleyebilmesi olarak düşünürsek geriye bu uğurda mücadelenin yöntemleri üzerine tartışmak kalıyor.
İşte Bağımsız Kıbrıs Eylemi 14 Ağustos’ta böylesi bir anlayış temelinde sokağa taşındı. Baraka, TDP Gençlik Örgütü ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği olarak irademizi ve taleplerimizi sokağa yansıttık. Kıbrıs’ın güneyinden yoldaşların da katılımıyla adadaki bütün işgal güçlerine karşı ‘evinize dönün’ çağrısı yaptık. Bağımsızlık talebimizi bugün bizden çok daha zor koşullarda yaşam mücadelesi veren Filistin halkı için de haykırdık. Çünkü biliyoruz ki; bugün Kıbrıs halklarının varoluş mücadelesi herhangi bir kurtarıcının hazırlayacağı plan üzerinden şekillenemez. Yıllar boyu değişen koşullara göre önümüze konulan ‘çözüm’lerin aslında hiçbirinin Kıbrıs halklarının çıkarlarına olmadığını bugün çok daha iyi anlıyoruz. Ve eğer bu adadaki en büyük hasret Kıbrıs halklarının barış içinde yaşadığı birleşik bir Kıbrıs ise, bu hasreti bitirecek yolun nihayetinde iki halkın egemenlere karşı vereceği ortak mücadelesinden geçtiğini düşünüyoruz.
Serdar Durukan
Baraka Aktivisti
[1] http://www.ankaradegillefkosa.org sitesinden “Kıbrıs’ın Bölünmesinin Gerçek Tarihi-Münür Rahvancıoğlu’ yazısından alınmıştır.
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.