Duydunuz değil mi?
Joe Biden, ABD olarak Kıbrıs sorunu ile ilgili herhangi bir şey empoze etmeyeceklerini” söyledi.
Niyetleri, “Kıbrıs`taki taraflar kabul ettiği sürece barış görüşmelerine katkı yapmakmış!”
Acı bir şekilde gülesi geliyor insanın.
Empoze etmek ve ABD!
Cümle içinde bile güzel durmuyor!
İnsansız hava uçakları ile üzerlerine bomba yağdırılan Afgan ve Pakistanlı çocuklara empoze edilmediği gibi.
Yada petrol ve egemenlik için savaşın gündelik hayatlarının bir parçası haline geldiği Iraklı ve Libyalılara bir şey empoze edilmediği gibi.
Tüm bu ülkelerdeki insanlar ABD`nin ve NATO`nun tankını, topunu, uzmanlarını, “insani yardım” heyetlerini misafir edebilmek için yanıp tutuşuyorlardı çünkü…
ABD`nin siyasi tarihi sömürgeleştirdiği ülkelere ekonomik ve askeri olarak empoze ettiği politikalardan ibarettir desek abartmış olmayız sanırım.
***
Çok ilginç zamanlardan geçiyoruz aslında.
Köşeli ve keskin söylemlerin terk edilerek acı icraatların yumuşak söylemler altında gerçekleştiği bir dönemi yaşıyoruz.
20. yüzyılda emperyalizm açısından ülkelere müdahale etmek için çok işlevsel olan araçlar, bugün o ülkelere yeni biçimlerde müdahale edebilmek için farklı bir işlevselliğe sahipler.
Örneğin Afganistan ve Pakistan`daki Taliban.
Sovyetlerin Afganistan`ı işgal ettiği dönemde ABD`nin bir numaralı müttefiki olan Taliban ve benzeri dini örgütler günümüzde ise NATO güçlerinin güvenlik bahanesiyle o ülkelerde olabilmesinin koşullarını yaratıyor.
Öte yandan İran ve Irak arasında gerçeklesen savaşta Saddam`ın Irak`ını destekleyen ABD, aynı Saddam’ı yok etmek gerekçesiyle Irak’a girdi ve çıkmak bilmiyor.
Bir anlamıyla emperyalizm kendi yarattığı ve halklar için mağduriyet kaynağı olan durumları kendine yönelik bir avantaja çeviriyor.
Ve bunu özgürlük ve demokrasi kisvesi altında yapıyor.
Eric Hobsbawm bu durumu, ironikliğini teşhir edercesine “insan hakları emperyalizmi” olarak tanımlıyordu.
Taliban yada El Kaide savunulabilir mi?
Tabi ki hayır!
Öte yandan Saddam savunulabilir miydi?
Hayır!
İşte tüm bu makyajlama bunların üzerinden gerçekleşiyor ve sorulması gereken başka bir soru güme gidiyor.
Peki; ABD`nin ve NATO`nun Afganistan ve Irak`taki varlığı savunulabilir mi?
Bu durum sadece ABD`nin fiili müdahale ettiği ülkelerle de sınırlı değil.
Örneğin Türkiye`de 1950`lilerden itibaren gerek askeri darbeler gerekse de faşist hükümetlerce sürdürülen düzenin bir numaralı destekleyicisi ABD idi.
12 Eylül darbesinin ilk saatlerinde diplomatları ABD Başkanı Jimmy Carter`ın kulağına şu cümleyi boşuna fısıldamıyordu:
“Bizim çocuklar başardı!”
Fakat bugün milliyetçi söylemin törpüleyerek yanına gericiliği de katarak yeni bir gerici, faşizan düzen yaratan ve eski milliyetçi egemen blok ile bir çatışma yaşayan AKP rejiminin destekleyicilerinin başında da ABD geliyor.
Tüm bunlar açıkça gösteriyor ki; ABD`nin ya da genel olarak emperyalizmin politikaları tek bir biçimde sürmüyor.
Sömürgeci yapısı baki kalmakla beraber söylem ve biçimleri mekan ve zamana göre değişiyor.
Kıbrıs`taki durum da bunun farklı bir örneği.
Her ne kadar perde gerisinde çok gözükmese de Türkiye`nin askeri çıkarması sonucu adanın bölünmesinde ABD`nin büyük bir rolü var.
Nasıl oluyor da 1964 Türk ordusunu Mersin Limanı`nda, 1967`de ise denize açıldığı halde yolundan döndüren ABD, “garip bir biçimde” 1974`te aynı tavrı sergilemiyor.
Makarios`un Kıbrıs`ı Batı`nın çıkarlarına ters bir yöne doğru sürüklemesi, ABD`nin 1960`larin ortalarından bu yana Kıbrıs`ın bölünmesi fikrini ortaya koymasına sebep oldu.
Günümüze değin bir yasallık kazanamasa da 1974`te gerçeklesen durum ABD`nin kontrolü ve izni dahilinde gerçekleşmiş bir bölünmedir.
Adanın kuzeyindeki varlığı daha çok Kıbrıslı Türkler üzerinden tartışılsa da, Türkiye`nin Kıbrıs`taki pozisyonu NATO için çok önemlidir.
Bugüne kadar gerçeklesen tüm müzakere süreçleri de NATO`nun ihtiyaçlarını ilk sıraya koyarak gerçekleşmiş ve bu ihtiyaçlar bulunan doğal gaz ile daha da bir aciliyet kazanmıştır.
Biden`ın ziyareti tamamıyla bununla ilgilidir.
52 yıl sonra bu düzeyde gerçekleşen bir ziyaretin Anastasiadis ve Eroğlu`nun kahvesini içmek için gerçekleştiğine inanan yoktur herhalde.
Anlayacağınız Biden`ın gülümseyerek haykırdığı “barış” onların çıkarlarını koruyan bir anlaşmadan başka bir şey değildir.
1960 Cumhuriyeti`ni kuran egemenler geçmişten çıkardıkları derslerle yeni bir devlet kurmak peşindedir ve bunu halkların barışa duyduğu özlem ve ihtiyaç üzerinden gerçekleştirme gayretindeler.
Yukarıda sorduğumuz soruları Kıbrıs için de sorabiliriz.
Kıbrıs`ta 40 yıldır süren bölünmüşlük halkların çıkarları için kabul edilebilir mi?
Açık bir şekilde hayır!
Peki; ABD ve uzantılarının “çözüm” çabalarını gerçek bir barış diye kucaklayabilir miyiz?
Sanırım bunun da cevabı belli.
O zaman ne yapmalı?
Bence doğru tavır sürece, “ne gerisinde ne de karşısında” şeklinde tanımlanabilecek bir anlayışla yaklaşmak olacaktır.
Yani ne bir anlaşmanın karşında ne de egemenlerin çizdiği sınırların gerisinde durulmalı.
Çünkü bir anlaşmayı bölünmüşlük koşullarına rağmen masada egemenler var diye reddetmek gerici, ancak barış mücadelesini egemenlerin masasına indirgemek ise teslimiyetçi bir tavır olacaktır.
Bu tavır bahsettiğimiz iki yolun dışında kendi yolunu yürüyen üçüncü bir yol açma çabasıdır.
Çünkü “sahici yürüme yol açmadır!”
ALİ ŞAHİN
Baraka Aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.