Dominikli üç kız kardeş, 53 yıl önce ülkelerindeki diktatörlüğe karşı baş kaldırmış, özgürlük uğruna yaşamlarını ortaya koyarak bir mücadele başlatmıştı. Mirabal kardeşlerin öncülük ettiği Clandestine Hareketi, ülke çapına yayıldı ve bu üç cesur kadın göremese de sonunda diktatörlüğün sona ermesinde önemli rol oynadı. Mirabal kardeşler ise 25 Kasım 1960’da, diktatörlük askerlerince tecavüz edilerek öldürüldü…
Ölümlerinden 29 yıl sonra Birleşmiş Milletler 25 Kasım’ı Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan etti. Birleşmiş Milletler’in savaşa mecbur bir sistemin güzide bir kurumu olarak barış elçisi kesilmesini, geri bırakılmış ülke halklarına karşı ikiyüzlü ve yüce gönüllü politikalarını bir kenara bırakalım şimdi…
25 Kasım haftasında ülkemizde de kadına yönelik şiddetle ilgili pek çok eylem ve etkinlik gerçekleştirildi. Mücadele anlayışları, feminizme bakışları yer yer aynılaşıp yer yer farklılaşsa da pek çok sendika ve örgüt biraraya gelerek ortak taleplerini dile getirdi. Erkek devletin sağır kulaklarına, kadına yönelik şiddetin önlenmesinin bir devlet politikası olması gerektiği, sığınma evi talebi, şiddete uğrayan kadınların yasalarda ve yargıda özel olarak korunması zorunluluğu duyurulmaya çalışıldı… Erkek egemen kültür kodlarını pekiştiren medyanın ise kadına yönelik şiddet haberlerini “aşk cinayeti”, “kıskançlık”, “kavuşamama” gibi romantik kalıplardan ve bahanelerden arındırması ortak talepler arasındaydı.
Baraka Kültür Merkezi’nin üç aylık kültür-sanat ve politika dergisi Argasdi’nin 32. sayısında yayımlanan yazımın konusu, bu bağlamda haftanın gündemiye örtüştüğünden bu sitenin okurlarıyla da paylaşmak istedim:
Aşk ile şiddet ve şiddetin son hali olan cinayet, özünde ne kadar birbirinden uzak kavramlar… Oysa gazetelerde sık sık görüyoruz “aşk cinayeti” haberlerini. Kocasından boşanmak isteyen bir eş, nişanlısından ayrılmaya çalışan bir genç, sevgilisinden ayrılıp yeni bir hayat kurmuş olan bir kadın kurban edilebiliyor cinnetli cinayetlere. Hem de başına “aşk” yaftası yapıştırılarak, “namus” kavramıyla meşrulaştırılarak, “ya benimsin ya kara toprağın” edebiyatı yapılarak… Bir kadının cenazesi, ağıtlarla, feryatlarla kaldırılıyor, suçlu, şayet kendini de öldürmediyse yargılanıyor ve hayat devam ediyor… Aslında adına “aşk cinayeti” denen şeyin politik bir cinayet olduğu ve devletin tüm kurumlarıyla bu cinayete yardım ve yataklık ettiği ise yeterince dillendirilemiyor.
Medyasından siyasi partisine, geleneklerinden tüketim kültürüne kadar her türlü araçla kadını metalaştıran bir sistemde yaşıyoruz. Ataerkil kapitalizm kadınları, üretimde yer alsalar bile yeniden üretimdeki rolleri gereği dört duvar arasına kapatıp ev köleliğine mahkum ediyor. Özel mülkiyet rejimi üzerinde yükselen toplumsal normlar ise ahlak ve namus adı altında kadınların yaşamını ve bedenini ipotek altına alıyor. Bu sistemin devamı için erkeğe de gücü, iktidarı ve malik olmayı yakıştıran, namusun ve ahlakın bekçiliği rolünü biçen kültürel yapı içerisinde, erkeğe ve sisteme itaat etmeyen kadın ölmeyi hak ediyor!
En temelde insanların yaşama hakkını güvence altına alması gereken devletin yasaması, yürütmesi, yargısı, polisi, kadına karşı şiddeti durdurmaya yönelik, değil bütünlüklü herhangi bir önlem almıyor. Hatta çoğu zaman polisin ihmali sonucu şiddet, cinayete varabiliyor. Ülkemizde, şiddete uğrayan veya tehdit edilen kadınların sayısı hiç de az değilken, çekinmeden başvurabilecekleri bir kurum veya sığınma evi yok. Polise yapılan şikayetlerinse, genelde geçiştirildiğini, yeterince ciddiye alınıp önlem alınmadığını duyuyor, görüyoruz. Çağ dışı kalmış yasalar, sistem içi de olsa bir takım değişikliklerle kadınların lehine düzenlemeler getirebilecekken, erkek meclislerin hep daha mühim gündemleri oluyor. Ve “aşk” adına işlenen cinayetler, belki bugün belki yarın yeni bir kadının yaşama hakkını elinden alabiliyor.
Ülkemize son yıllarda dozu artırılarak şırınga edilen dinci ve gerici unsurlar, kadınları yoksullaştırarak aileye ve erkeğe mecbur bırakan neoliberal politikalar da yeni kadın cinayetlerinin sinyallerini veriyor.
Öte yandan egemen medya kadın cinayetlerini, “namus”, “aşk”, gibi başlıklarla meşrulaştırmaktan, hatta magazinleştirerek şiddete yabancılaştırmaktan geri durmuyor. Zaten toplumca kabul gören namus ve ahlak kavramlarına vurgu yapılması, kadın cinayetlerini normalleştirme tehlikesi taşıyor. Karşılıksız aşk, ayrılma isteği, kıskançlık gibi nedenlerle ortaya çıkan cinayetlerde ise, aşk unsuru bir romantikleştirme aracına dönüşüyor, böylece cinayet daha az sorunlu bir halde aktarılıyor. Hele ki öldürülen kadın, ailesinin, kocasının veya toplumun istemediği bir şey yapmışsa, ortada bir “yasak aşk” varsa, egemen medyanın hikayeleştirici dili neredeyse cinayeti ilginç kılarak bir magazin haberine benzetebiliyor.
Kadın cinayetleri, münferit cinnet vakaları değil, ataerkil zihniyetin namus, aşk, aile vb. adlar altında kadın bedeni üzerinde hâkimiyet kurmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu şiddetin temelindeki ataerkil yapı sürdükçe “aşk”, öldürmeye devam edecektir. Bu nedenle biz feministlere düşen, bir yandan sığınma evini, kadına yönelik şiddetle ilgili birimleri, şiddeti en ağır şekilde cezalandıran yasaları talep etmek iken diğer yandan ataerkil yapıyı tüm kurumlarıyla ve kültürel kodlarıyla birlikte alaşağı etmek için mücadele etmektir.
(Not: Yazının medya ile ilgili bölümünde, Feminisite’de yayınlanmış olan Elif Sakin, Kudret Çobanlı imzalı Medyada da Değişen Bir Şey Yok başlıklı yazıdan faydalanılmıştır.)
Nazen Şansal
Baraka Kültür Merkezi aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.