’Neoliberalizm yalnızca bir ekonomi kuramı olmayıp, aynı zamanda bir siyasal teoridir. Bu teori, iş dünyasının egemenliğinin temsili demokrasiye dayalı bir toplumda en iyi biçimde gerçekleşeceğini varsayar. Ancak bu görüş, özellikle işçi sınıfı arasında yüksek bir depolitizasyon ile simgelenen, zayıf ve etkisiz yapıların olduğu ortamlarda geçerlidir. Neoliberal proje için mevcut ticari medya düzeninin neden bu kadar önemli olduğu en iyi bu noktadan bakıldığında görülür. Çünkü günümüzün medya düzeni, bir ‘polis devleti’ne başvurulmadan ya da etkili bir halk direnişiyle karşılaşılmadan, iş dünyasının egemenliğinin sürmesini sağlayacak yapmacık bir siyasal kültürün oluşturulmasına olağanüstü katkı sağlar.’’1
Bu alıntı, neoliberal dönüşümün medyadaki izdüşümünün özlü bir hikayesidir. 1970’lerin ikinci yarısında ve 1980’lerde tahakkümünü kurup geliştirmeye başlayan neoliberalizm, en sarsıcı ve köklü etkilerini medya alanında göstermiştir. Bu değişimler, her ne kadar teknolojik gelişmelerin ürünü gibi lanse edilse ve medyada tekelleşmenin meşruiyeti bu temel üzerinden kurulsa da, aslolan etken neoliberal uygulamalardır. Medyadaki tekelleşmeyi anlatmak için, medyadaki mülkiyet dağlımına bakmak yeterlidir : 1984 yılında dünyayı kontrol eden 26 büyük medya şirketi olmasına karşın, 2004 yılına gelindiğinde, sayı sadece 6’ya düşmekte.2
Neoliberal dönüşümün medyadaki izdüşümünün en önemli sonuçlarından biri de, neoliberal çağda medyanın, bir kamu hizmeti olmaktan çıkması ve herhangi bir ekonomik sektör gibi, salt kâr maksimizasyonu hedefi ile varlığını sürdürmesidir. Medyadaki neoliberal dönüşümden önce, Kıta Avrupası’nda ve İngiltere’de, basın kuruluşlarında (ki basının ‘medya’ olarak anılması, aslında neoliberal dönüşümün bir eseridir) kamu mülkiyeti ağırlıklı bir konuma sahipti. Basında mülkiyetin özel sektörün elinde olduğu ABD’de dahi, basın çeşitli düzenlemeler ile, kamu hizmeti verme sorumluluğunu yerine getirmesi noktasında denetleniyordu. Zira eğitim ve sağlık gibi basın da bir ‘kamu hizmeti’ olarak görülüyor, ve mülkiyeti özel sektörün elinde olsa dahi, kamu denetimine tabi tutuluyordu. Neoliberal dönüşümden sonra ‘medyalaşan’ basın ile birlikte Kıta Avrupası ve İngiltere’de basın kuruluşlarının mülkiyeti özel sektörün eline geçip tekelleşirken, ABD’de ise deregülasyona gidilmiş, yani basın kuruluşlarının mülkiyetine sahip özel şirketler üzerindeki pek çok düzenleme ve denetleme kaldırılmış, böylece ‘medya’nın üzerindeki ‘’kamu hizmeti sunma sorumluluğu’’nun ipleri çözülmüştür. Örnek olarak, ABD’de, IBM’i olumsuz yönde etkileyen anti-tröst yasaları kaldırılmıştır. Ayrıca ‘’konvansiyonel radyo yayıncılığında haber programlarının objektif olması zorunluluğu… reklam ve tanıtım programlarının belirlenen maksimum bir süreyi geçmemesi gibi ticari kazançları kısıtlayıcı düzenlemeler’’3 kaldırılmıştır.
Medyadaki resmin çerçevesi bu olduğundan, bu çerçevenin içinde ağırlıklı olarak bulunan sınıf da, sermaye sınıfı olacak, ve egemen ideolojinin yeniden üretilmesine katkıda bulunan diğer tür zihniyetler (anti-ekolojist, ataerkil, militarist…) de baskın olacaktır doğal olarak. Örneğin Fransa’da, medyanın yüzde 70’i, iki silah üreticisi şirketler topluluğunun elindedir.4 Hal böyle olunca, Fransa medyasının yüzde yetmişinin, dünyadaki mevcut/potansiyel savaşlar karşısında takınacağı tutum, hiç de iç açıcı olmayacaktır.
Peki medyadaki bu neoliberal çerçevenin içinde, emek güçleri, emek örgütleri, ezilen sınıf ve gruplar nasıl bir yer kaplıyor ? Yukarıda çizilen kara tablodan dolayı, medyanın ya siyah ya da beyaz olduğu sonucuna varılmamalıdır elbette. Zira sadece siyahtan oluşsaydı medya, onu değiştirmek için de hiçbir araca sahip olmaz, ‘kaderimize’ boyun eğmek zorunda kalırdık. Öte yandan, ’değişimin teminatı’ olan diyalektik, hayatın her alanında olduğu gibi, medyada da geçerli. Yine de, neoliberal dönüşümün olumsuzluklarını daha sağlam vurgulamak adına, Frankfurt Okulu düşünürü Adorno gibi davranıp, geçici bir süre için de olsa, ‘’negatif diyalektik’’ bir tutum takınıp, emeğin, ezilen sınıf ve grupların neoliberal medyadan sistematik olarak dışlanışlarına; ve ayrıca, bu sınıf ve grupların medyadaki temsiliyetine bir göz atalım.
Basının salt ekonomik bir sektör olarak görülmediği zamanlarda ve sermayenin bu alanda tekelleşmesini garantiye almadığı dönemlerde, basında radikal sesler de dahil olmak üzere çok sesliliğin mevcudiyeti sürmekteydi. Örneğin İngiltere’de ‘’1960’lara kadar, emekçilerin yönettiği ve geniş okur kitlesine ulaşan canlı bir basın olagelmişti. Daily Herald (emekçilerin yönettiği gazetelere bir örnektir – C.Ö.), 1964’te kapandığı sırada, The Times’dan beş kat daha fazla okura sahipti (…) Sendikaların kısmen sahip olduğu ve emekçilerin yönettiği Daily Herald’ın, son derece bağlı ve sadık bir okur kitlesi vardı.’’5 Basının neoliberalleşmesi, gazete çıkarmak ve işletmek için gereken sabit sermaye ve işletme sermayesinin korkutucu boyutlara ulaşması, ekonomik olarak ezilen sınıfın ve grupların (ve onlardan yana olanların) medyada tutunması önünde büyük engeller teşkil ediyor. Öte yandan, ezilen sınıf ve grupların medyadaki temsiliyeti de pek iç açıcı değildir. Medyaya sermaye tekelleri egemen olduğu için, sömürülen ezilen, baskılanan insanların medyada nasıl temsil edileceği de, sömürenin, ezenin, baskılayanın elindedir. Necmi Erdoğan, ‘’Ağır Çekim Yoksulluk’’ adlı çalışmasında, yoksul-mâdunların, televizyon kamerasında cisimleşen bakışın nesnesi olduklarını belirtip, onların, ‘’kendi temsiliyetlerini denetlemeye en az muktedir olanlar’’ olduklarını söylemektedir.’’6 Aynı çalışmada, yoksulların temsiliyeti esnasında, televizyonlardaki ağır çekim yönteminin, yoksulların edilgenliğini, çaresizliğini ve hareketsizliğini vurguladığı belirtilmiştir.7
1 McChesney’den aktaran Raşit Kaya, İktidar Yumağı, İmge Kitabevi Yayınları, 2009, s.19
2 Evren’den aktaran Faik Bulut, Türk Basınında Kürtler, Evrensel Basım Yayın, 2005, s.62
3 Raşit Kaya, İktidar Yumağı, İmge Kitabevi Yayınları, 2009, s. 124
4 Evren’den aktaran Faik Bulut, Türk Basınında Kürtler, Evrensel Basım Yayın, 2005, s.63
5 Faik Bulut, Türk Basınında Kürtler, Evrensel Basım Yayın, 2005, s. 61
6 Necmi Erdoğan (ve 6 yazar daha), Yoksulluk Halleri, İletişim Yayınları, 2007, s. 202
7 a.g.e., s. 204
Celal Özkızan
*Bu yazı daha önce Argasdi dergisinde yayınlanmıştır
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.