Bir Anadolu çocuğu olarak defalarca gitmişimdir. Bu sefer gene gittim. Gelen defa belli yine gideceğim.
Ne zaman özlem bassa, Anadolu diye atsa kanım, sıla zihne doluşsa, ne zaman sürgün çalsa kavalını oradan buradan kenar kenar, yavaştan gelirdi Limnidi. Gelirdi derken, o bana gelirdi, ben de basar ona giderdim. Bu şekil. Sürgün deyince tabii, zorla mı getirdiler diye sorulur. Yok dostum zorla değil. Tercihti elbette. Ama işte bilirsin; birinde alırsın maaşı çoklukla 25’ine bilemedin 32’sine, 33’üne biter ayın; dolayısıyla emekçi ile tercih pek yana yana esasta gelmez. Ama USÜLDE tas tamamdır işler. O biçim… E, döneydin o zaman? İşte olur bazen: Hem iyidir her şey, mücadele güzeldir, dünya tatlısı, arasan bulunmaz yoldaşlar hem de bir yarımlık, hasret, efkâr… Her şeyi çözen bir fabrikanın ürünü değil ki yaşam. Yarısı sızı, kaygı, hasret, hayal kırıklığı, başarısızlık hatta… Basar, sıkıştırır bazen, boğulacağım dersin, yok boğulmazsın da… Geçer sonra. Dersin, bir Limnidi’ye gideyim.
Arkada dağlar, önde, düzde tarlalar. Mısır, fasulye değilse bile sebze, meyve… Tanımam –çileği, karpuzu saymazsak- birçoğunu ama ne güzel şeydir tarla. Ekenin, işleyeninse, kurdun, kuşunsa toprakla su… Daha önde toprağı keser incecik yol. Sonra su… Sonra gelir, aradan 8-10 kavak ağacı. Koca ada yarımızda bir tek Limnidi’de… (Az mı gezdim yoksa?) Hem de yayvan Kanada cinsi değil, Anadolu’nun su kavağı. Dere boylarında, tarla aralarında, kendiliğinden saçılmış dağınıklıklardadır Anadolu’da su kavağı. İnce uzun, arsız ve rüzgârlı… Her ağacın rüzgârı güzeldir de kavağın, su kavağınınki bir başkadır. Hışırtısı, kıpır kıpırlığı yaprağının ve de sanki bir otmuş da aşağıdan, aşağıdan -hafif de insanın içini ürperten- büyük salınımları koca gövdenin…
Ada yarımızda yıllara sair oldu bulunuşum. Öncesinde Aşkabat’ta, Türkmenistan’da da işledim. Orada bir taksi şoförü anlatmıştı. Aşkabat’a 1 saat uzaklıkta Firuza adında bir bölge vardı. Hâlâ da duruyordur sanırım. Dedesinin lokantası varmış orada. Nazım, her yaz Moskova’dan, Anadolu’ya çok benziyor diye bir hafta oraya gidermiş, özlemden, hasretten yanıp… Bizim şoför ahbabımızın dedesine konuk olurmuş. Yıl boyu Türkiye’ye gidip gelebilen Sovyet şairler, sanatçılar Türk rakısı getirirlermiş. Yaza Nazım gelir, canı çeker, derlermiş. O bir hafta beraberce yiyip, içip muhabbet, akar gidermiş işte… Rakısını bu buluşmanın, çocuk eli ile bizim şoför ahbabımız doldururmuş. Söz hep dönüp dolaşıp Firuza’nın kavaklarına gelirmiş. Sözü yavaştan, zerafetle sürekli kavağa getiren belliymiş elbet: Nazım Hikmet. Anadolu’nun kavağını gözleriyle içermiş Nazım. Öyle dedi, şoför ahbabımız. Onun güzel ifadesi ile yani. Gözleri ile içermiş kavakları Nazım. Kazınmıştı zihnime. Gittik sonra, baktık gözlerimizle, Firuza’ya, kavaklara… Canım su kavakları, halkın ağacı, dölbereketi… Servi asilinin düşmanı. Gözlerimizle içmeyi bilmiyorduk biz, onu Nazım biliyordu. Limnidi ve 8-10 kavak ağacı, halimce içinde olduğum sürgün, sıla hasreti, özlem, efkâr ve nicesi ile biraz öğrendim belki, bu saydıklarım birleşince ben de biraz Nazım oldum diye çok sevinirdim. Ne çocukça di mi!
Ada yarımızda sıklıkla utandığımı hatırlarım. Anadolulu olduğumun bilinmemesini istediğimi… İşgalciden olmak içten zordu. Zordur işte. Yüzün kızarır sıklıkla. Komutanı, elçisi, bakanı, patronu, mühendisi bir gudubet timsali yapışmıştır dört yana… Onların kültürü yürür gider endam endam, caka sata sata. Ucubettir, pistir, gerçekten işgalcidir. Utanırsın! Öte yandan benim Limnidi’deki 8-10 kavak ağacı misali çok azdır, Anadolu halkının bildiğinin, soluduğunun, sevdiğinin ada yarımıza dağılışı. Garibanlıktan belki, belki şantiye çadırına, geçici barakalara sıkışmılığından, ora bura itilip kakılmışlığından belki, Mehmet’in, İbrahim’in, Zeynep’in, Dilan’ın atletinden, kılından, keçe gibi saçından ya da. Koca ada yarımızın sadece Limnidisi’ndeki 8-10 kavak ağacı misali azdı, onların dokunuşları. (Az mı gezdim, acaba?) «Dolama dolamayı getirin bağlamayı» diyene bağlama getiremediler mesela, yazık, mesaisinden sonra tarlanın ya da şantiyenin, çadırında, barakasında çaldılar durdular bağlamayı.
Niyazi Hoca’nın Panikos ile beraberce çektiği filmi, Duvarımız’ı hatırlatır bana ada yarımız ve bağlama. Gider Niyazi Hoca evine Panikos’un. Kuzeydedir ev. Yaklaştıkça duyar. Evden bağlama sesi gelmektedir. Yanına oturup dinler. Dinledikçe dertlenir. Ve der içinden Hoca: «Sevgili Panikos, evindeyim, tam tarif ettiğin gibi.» Bağlamasıyla gelmiştir Anadolu’dan bir emekçi, evde türkü söyler, Niyazi Hoca’yı ağırlar. Bilemez bir an Niyazi Hoca: «Panikos, sana mı, ona mı yanayım!»
Yıllardır görmedimdiLimnidi’yi. Özlemiştim. Bu sefer de gittim, dedim ya, gördüğüm şuydu: O, 8 – 10 su kavağının kurumuş 4’ü, 5’i. Kolay şey değil benim için. Yarı kavaklar, kurumuş gitmiş. Safî hayalcisin, diyen çıkabilir, haklıdır da… Ama bilirim ben ne söylediğimi. Zaten özlem, efkâr ve hasret içe ya da geçmişe midir? Yok! Çoklukla geleceğedir, olacaklaradır özlem, hasret ve efkâr.
Sonra KransMontana düştü. Düşünürken düşünürken ben, geldi haber: Masası Krans’ın çöktü. Üst yapının onyıllara sair pis eğlencesi çatladı gene. Bu sefer Türk’ü değil sadece, osu busu… Egemenleri yani, bizim buraların. Sonra halkın eylemcisi süsü verilmiş kulisçiler, pankartlarını toplayıp, uçaklarına binip döndüler ada yarımıza. Uçak biletleri ve yatma yerleri karşılanmış olsa bile 15 euro, 15 euro kahve başına ödeyen mağdurlar onlar! Yazacaklar, yazacaklar, feys/feys, tvit/tvit, okuyacağız. Gene olmadı, gene konuşacağız günlerce. O bunu yaptıydı, yapmayacağdı… Şundan olmadı, bu duramadı. Evlerde, bahçelerde, tarlalarda, şantiyelerde sessiz sakin küreğimiz, gabbarımız, bağlamamız, rakımızla duran biz dönmeyeceğiz hiç. Çıkmadığımıza göre…
Limnidi dönüşü, binbir karmaşası ile aklımda kalışımı, 8-10 kavak ağacının kuruyan 4’ü, 5’ini, barışı, geçmişi ve geleceği, yitirdiklerimi, yani tekmiline ağlayasımın gelip gelipdökmeyi beceremeyişimi düşünürken, tekrar tekrar mırıldanıyorum. Arka koltukta kızım var. “Baba ne dedin?” diyor.“Anlamadım.” diyorum. “Sandım, bana bir şey söyledin.” Kıbrıs ağzı ile konuşabilmeyi çok önemsiyor. “Yaşasın halkların, emekçilerin kardeşliği, dedim kızım.” diyorum. Dikiz aynasından ona bakıyorum Gözlerinin içinin içi ışıldıyor, bana bakıyor. Gülümsüyorum. O da bana gülümsüyor. Omorfo’ya yaklaşıyoruz.
Erkal Tülek
Baraka Aktivisti