Mevzuya girmeden önce, içimizi karartan erkek-egemen toplumsal yapı ve homofobi karamsarlığı içinde, Kıbrıs’ta LGBT hakları anlamında yüzümüzü güldüren iki gelişmeyi selamlamak lazım diye düşünüyorum : Birincisi, utanç dolu Ceza Yasası’nın (Fasıl 154) değiştirilmesi ve ikincisi de, geçtiğimiz günlerde Kıbrıs’ın kuzeyinde ilk kez gerçekleştirilen Onur Yürüyüşü.
Mevuzya gelecek olursak, Kıbrıs’ın kuzeyinde sosyalistlerin LGBT hareketine ve haklarına dair yaklaşımının nasıl olması gerektiğini vurgulamak için, önce nasıl olmaması gerektiğini açıklamak gerekiyor. Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde, fikrimce, sol yelpazenin geniş bir kısmı iki olumsuz ideolojik rüzgarın etkisine kapılmış durumda; geleneksel sosyalizm ve kimlik temelli siyaset. Geleneksel sosyalist yaklaşım (yani geçmişte yaşanan reel sosyalizm deneyimleriyle hakkınca hesaplaşmamış ve Marksizm’i praksisin teorisi olarak değil de bir dogma olarak gören yaklaşım) ya zaten LGBT hakları gibi bir sorunu gündemine almaz, ya da bu sorunu “devrimden sonra” çözülecek, hatta devrimden sonra kendiliğinden çözülecek bir mesele olarak görür (sosyalist mücadeleye en çok zarar veren şeylerden biri de, sosyalist mücadeleyi, yani sınıfsız bir toplum için mücadeleyi, her derde deva bir ilaç olarak düşünmektir). Kıbrıs’ın kuzeyindeki geleneksel sosyalistler içinde –henüz- dillendirilmemiş olsa da, başka coğrafyalardaki geleneksel sosyalistlerin daha vahim bir noktaya savrulup LGBT bireylerin yozlaşmış kapitalizmin bir ürünü olduğunu da iddia etmişlikleri vardır. Geriye dönecek olursak, sorunu “devrimden sonra”ya erteleyen yaklaşımın gözden kaçırdığı şey şudur; her şeyden önce geçmişteki reel sosyalizm deneyimlerinin ortalamasını alırsak, LGBT hakları açısından pek de iç açıcı bir sonuca ulaşmış olmayız. Bu da, sınıf mücadelesinin kendisinin bize mutlaka LGBT özgürleşmesini de sunacağı fikri önündeki en büyük engel. “Devrimden sonra” fikrinin daha derinlerine indiğimizde ise, LGBT hakları asli bir sorun değil tali bir sorun olarak görülür. Bunun doğuracağı sonuç da, gerek örgüt içi ilişkilerde, gerekse de örgütün mücadele ederkenki strateji ve taktiklerini belirlemesinde erkek-egemen ideolojinin yeniden üretilmesinin yüksek ihtimal dahilinde oluşudur. Erkek egemen toplum kapitalizmle başlamamıştır ve kapitalizmin bitmesiyle de bitmeyecektir. Sınıflı toplumlarla başladığını varsayarsak bile (ki mesela Engels, Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni ‘nde bunun aksini iddia eder : “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir”) , yaklaşık 10-15 bin yıllık sınıflı toplum deneyiminden sonra, salt sınıfsız bir topluma geçildi diye, sınıflı toplumun sebep olduğu olumsuz her şeyin kendiliğinden ortadan kalkacağını varsaymak saflık olur.
LGBT harekete kimlik temelli siyaset ekseninde yaklaşanların en büyük zaafı ise, emek eksenli mücadeleden ya tamamen vazgeçmeleri ya da onu sistemin sınırları içinde yürütmeleridir. Dünyadaki bütün toplumlar her geçen gün (özellikle 70’lerden itibaren neoliberal dönemle birlikte) daha çok –biri azınlık diğeri çoğunluk olan- iki sınıfa bölünürken, yani Komünist Manifesto’nun yaklaşık 165 yıl önce dillendirdiği durum bugün her zamankinden daha keskin bir şekilde hissedilirken, kimlik temelli siyaset yapanların topluma bakınca gördükleri şeyin sınıfları dikey bir şekilde kesen, parçalanmış, akışkan ve hiçbir temele oturtulamayacak denli heterojenleşmiş bir resim olması sorunludur. Finansal burjuvazi başta olmak üzere sermayenin yeryüzündeki iktidarının, insanlık tarihindeki tüm iktidarların çok ötesinde bir örgütlülük ve homojenlik düzeyine erişip (ve mesela neoliberalizm gibi bir projeyi azimle ve ‘başarıyla’ dünyanın her yerine taşıyıp) hegemonik olduğu bir ortamda, kitlelerin bölünmüşlüğünden, parçalanmışlığından, heterojenliğinden ve akışkanlığından övgü dolu sözlerle söz etmenin pratik sonuçları gayet açıktır. Hemen not düşmek gerekir ki, bunları söyleyerek, sorunu ancak kitleleri tektipleştirerek ve kitlelerin –gerçekten de var olan- heterojenliğini yok sayarak çözebiliriz denilmiyor. Aksine, emek eksenli siyasetin, yani sınıf mücadelesinin bu zenginliği/renkliliği/heterojenliği illa ki yok saymadığı, hatta aksine, sınıf mücadelesi gibi bir ortaklaşma potası içinde bu farklılıkların kendilerini çok daha güçlü bir şekilde duyurabilme imkanına sahip olacakları dile getiriliyor.
Lafı daha fazla uztmamak adına, sonucu şöyle bağlayalım : LGBT hareket ile emek eksenli mücadele ortaklaşmalıdır. Zaten bunu söylemek bile abes çünkü aktif mücadele eden LGBT bireylerin nerdeyse hepsi aynı zamanda emekçiyken, aynı şekilde, emekçiler diye adlandırdığımız toplumsal sınıfın içindeki bazı insanlar da LGBT bireylerdir. Bu ortaklaşma asla birinin diğeri tarafından asimile edilmesi biçiminde olmamalıdır. Geleneksel sosyalistler “devrimden öncesini” düşünmeye, kimlik eksenli siyaset yapanlar da “sınıf”ı hatırlamaya başlamalıdırlar. Elbette LGBT hareketin bu iki olumsuz yaklaşımdan birinde mi sıkışacağı yoksa hem sınıfı hem de LGBT bireylerin acil/güncel/anlık sorunlarını kapsayan ve eşit derecede önem veren bir seyir mi izleyeceği sorusunun cevabını da, en başta örgütlü LGBT bireyler verecektir.
Celal Özkızan