Kuklalar ve Hayalbaz – G. A. Hedera

Geleceği hayal etmek değil yalnızca marifet…
Geçmişi de konuşmalı elbette. Halı altına süpürülen ne varsa tereddüt etmeden ortaya çıkarmalı; ne kadar kirlenmişse tarih inatla temizlemeli, apaçık ve gerçekçi…
Öyle sadece geçmişinden ders çıkarmak ya da geleceğe ışık tutsun diye de değil hani.
 

Sıyrılmalıyız üstümüzdeki kirlenmiş, kokuşmuş elbiselerden…
Varsa cebimize koyacağımız bir avuç taş; almalıyız tereddüt etmeden…
Zaten şimdilerde tüm sorumluluğunu hiç şikayet etmeden omuzlarımızda taşıdığımız geçmişi, biz yazmadık ki. Varsa da günahımız, sebebi hiç biz olmadık ki.
Geçmiş geçmemişti…
 

Zaman zaman bir kukla kadar özgür, perde arkası oyunların baş karakterlerini oynadık.
Biz her perde kapandığında gölge karanlığında tutsakken, Hayalbazın topladığı alkışlarla varlığımız gölge karanlığına vuran ışık ile bir o kadar daha kayboluyordu…
Aslında kabullenemediğimiz, zaten bir gölge kadar olan varolan varlığımızın hayalbazın elinde olması…
Kabullenemediğimiz; bir umut olarak gördüğümüz ışığın, bizi daha da görünmez yapması…
 

Bir kukla oyununun karakterleriyiz..
Bilmeyiz biz olmasak perde açılmaz, ışık yansıtmaz önceden yazılmış karakterlerimizi.
O karakterler ki biz olmadan oynatılamadığımız, kullanılıp bir sandıkta, gün sonu kenara atıldığımız..
Kendimiz için değil de, başkalarının cebine sahne açtığımız, bizim olmayan, bizim karakterlerimizin hayatlarıyız.
 

Doğaçlamamız yoktur, ve kendi duygularımız gelmez dile.
Boğazımızda çift ilmikle sıkılmış ipler kuklacının elinde..
Aptallığımızın değil, fakat suskunluğumuzun kurbanıyız.
Her sahne bir suskunluk, her gölge bir kilit daha vuruyor içimizdeki biz olabilme dirilişine.
Hapsedilmiş, unutulmuş kuklalar vardı bizden önce, sandığın toz tutmuş diplerinde..
Ders bile almayız yaşanmış yok oluşlarından. Kuklalar var sandığın tozlu köşelerinde. Biraz ürkek biraz yıpranmış ama hiç pişmanlık duymamış.
Son sahnede selam vermek için diz çökmeyip, yeter diye haykıran, bu sahne artık bizim deyip iplerinden kurtulmak da var.

 

 

Her hayalbaz kendince iyi olanı kullanır. En çok kim kazandıracaksa kanlı şarabın parasını, odur son akşamki başrol kahramanı.

 

 

Dün, alırken son bir kılıç darbesi ile köleler kralın başını, özgürlüklerine değil de yeni efendilerine hizmet ettiklerindendi kahramanlıkları.
Bir sonraki akşam kurban edileceklerini bilmeden, yeni krallarına bildirecekler bağlılıklarını.

 

 

Kanlı şarabın parasıdır kutsal olan ölüm. Olmalıdır ki şarabı eksik kalmasın hayalbazın.
Efendinin kendine kurdurduğu masasındaki şarabında, kan kokusu ile beslediği itaatkâr köpeklerinin de, iktidarının tek yoludur döktükleri kandaki koku.
Vardır elbet kendi oyununun, sahnenin efendisi olmak isteyen kuklalar. Kuklalıktan kurtulup ta hayalbazın yerine geçmek isteyen gölgeler.
Tüm sandığı boşaltıp da tüm kuklaları özgürleştirecekler.
 

Hayalbaz itaatkâr köpeklerini diker her kuklanın başına bir bir. Her kuklanın rengini ayrı, huyunu faklı yazar. Gölgelerini tek tek ayarlamıştır, ilk günden hepsinin farklı olduğunu aşılamıştır yalandan.
Işıktan yoksunluğu, karanlık korkusunu aşılamıştır her kuklanın içine çünkü en büyük korkuydu kuklaların gölgesizlik duygusu.
Muhavere (atışma) ile kuklalar düşman edilirdi birbirlerine, her kulağa fısıldanan yalan ile kurardı sahnedeki iktidarını, perdeye hapsedene değil de perdeye hapsedilen diğeriyle yapardı yalandan kral olma oyununu.
Karanlıktır her sahne, sadece hayalbazın yaktığı sahte mum yansıtırdı gölgeleri perdeye ve bilinmezdi sokaklardaki güneşin, gökyüzünün yansıttığı sonsuz gölgenin bir ömür mutlu oyununu.
Ay ışığının parıltısından haberdar değildi kuklalar. Bu yüzdendi Hayalbaza kuklanın minnettarlığı.
 

Her sandık açıldığında sıkı sıkı kapatılırdı perdeler kuklalara umut doğurmasın diye. Hep önceden alınırdı seyirciler seyreylemeye sahne önüne, öyle başlardı kuklaların oyunu. Mum yanıp sahte canlar verildi miydi perdeye, tüm ışıklar sönerdi sert bir tondaki emirle. Ne tutsaklığın kurbanı kuklalar bilirdi aydınlığın sokaktaki coşkusunu ne de seyredenler hayalbazın hapsettiği gölgelerin umutsuzluğunu.
 

Yaramaz çocuklar vardı uslanmayan hayalbazın yalanlarına sofrasındaki kan kokan şarabına meze olmayan…
Yoksulluğun karanlığını gün ışığı ile aydınlanmış kendi sahnelerinde kendi gölgelerinin efendileri olan.

 

 

Ve bir gün ceplerinde biriktirdikleri eskilerden gelen bir avuç taşı çıkardılar. Kararlıydılar bir mum ışığına hapsedilmiş kuklalara aydınlık sokakları göstermeye.
İlk taşı o attı..
İkincisini sen, üçüncüsü en arka sıralardan geldi…
Yırtılan perdelerin kırılan camların ardından kendi gölgeleri görüldü sokaklarda ve ümitle direnmeye başladılar kendi elleriyle yaratıkları cellatlarına.
Kendi gölgeleriyle kendi oyunlarını sahnelemeye başladı kuklalar ve bir daha asla başkalarının yaktığı mum ışığına tutsak olmadılar ve artık kukla değil özgür birer yaramaz çocuktu.