10 yıllık Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreterliği süresince Kofi Annan’dan genellikle sıradışı bir soğukkanlılığa sahip bir figür olarak sözedilirdi. Kendisiyle en yakından çalışanlara dahi öfkeden uzak, meseleleri asla kişiselleştirmeyen bir kişilik olarak gözükmekteydi – ki bu özelliği, dönüm noktaları söz konusu olduğunda, kendi açıklamalarında “bizler” ifadesini kullanma alışkanlığına yansımıştır. Annan’ın böylesi şaşmaz ve soğukkanlı bir karakter – çatışan çıkarları uzlaştırmaya çalışan dürüst aracı- ortaya koymaktaki becerisi, genellikle onun büyük kuvveti olarak işaret edilmekteydi.
Ancak diğer –ve çok daha derin- açılardan bakınca, çeşitli çıkarlar karşısındaki bu mesafeli hali, onun temel zayıflığıydı. 1997 yılında Genel Sekreter olmadan önce, Annan BM Barış Gücü’nün başkanı olarak görev yaptı ve BM’nin Somali, Ruanda ve Bosna’daki yüz kızartıcı fiilleri esnasında işin başındaydı.
Ancak, daha sorumlu bir liderliğe duyulan hayati ihtiyaç hakkında yılmaksızın yaptığı konuşmalara rağmen, İsviçre’de Cumartesi günü gerçekleşen ölümüne dek, bu fiyaskolara ilişkin kaydadeğer anlamda kişisel ya da kurumsal bir sorumluluk üstlenmeyi kararlılıkla reddetti – kamuoyu önüne çıktığı son zamanlardan biri olan, BBC ile 80. yaşgünü vesilesiyle yaptığı röportajda “soğukkanlılığa ve aklı başında hükümlere” vurgu yapmıştı.
Annan’ın soğukkanlı imajı elbette sadece bir imajdan ibaretti. Örneğin, 1995 yılında, Ruanda soykırımının birinci yıl dönümünün arifesinde bir diğer BM yetkilisine gönderdiği telgrafa bakınca, en ufak bir dokunuşta bir anda sinirlenebilen birinin karakter özelliğini fark etmemeye imkan yok. Alaycı bir biçimde kendini savunmaya geçişin tonu ilk cümleden kurulmuş: “Ara sıra, bazı gazetecilerin veya insan hakları avukatlarının, ya kendilerinin ya da başkalarının Ruanda’daki BM Barış Gücü Misyonu’nu yaklaşmakta olan soykırıma ilişkin olarak uyarmış olduklarına dair, çoğunlukla basında çıkan ifadeler var.” Annan cümlesine şöyle devam ediyor: “Bu hususta Kigali’den (Ruanda’nın başkenti) gelmiş belirli bir raporu hatırlamıyoruz. Barış gücüne ilişkin kayıtları gözden geçirdiğimizde, soykırımdan önceki aylarda Kigali’den bize ulaşan “belirli türden şiddet vakalarıyla muhtemelen ilişkili olan –ya da olmayan- etnik gerilimlere” vurgu yapan sadece dört adet telgraf vardır.”
Ancak, aslında, Annan’ın sıraladığı dört telgraftan bir tanesi, Annan’ın Kigali’deki kuvvet komutanı olan Kanadalı General Romeo Dallaire’in soykırım hazırlıklarına ilişkin 1994 Ocak tarihli korkutucu derecede açık raporuydu. Dallaire bu bilgiyi, planı “bir iç savaşı provoke etmek” ve BM misyonunu kaçırtmak için Belçikalı barışgüçlerini öldürmek olarak tarif eden, Ruanda’daki iktidar partisinin maaşlı bir çalışanı olan güvenilir bir muhbirden almıştı. Muhbirin kendisi, Kigali’de yaşayan Tutsilerin (Ruanda’da soykırıma uğrayan grup) listelerini hazırlama işine bizzat dahil edildiğini söylemiş ve Dallaire bunun üzerine şunları yazmıştı: “O (muhbir) bu listelerin Tutsilerin imhası için tutulduğundan şüphe ediyor. Verdiği örnek, kendi elemanlarının 20 dakika içinde bin kadar Tutsi’yi öldürebileceğiydi.” Dallaire, bu bilgi üzerine harekete geçip yasadışı silah cephaneliklerine baskın düzenleyerek silahları ele geçirmek için izin istemişti. Annan’ın ofisi ise, altında Annan’ın ismi ve yardımcısının imzası bulunan bir telgrafı hemen yollayarak Dallaire’e harekete geçmemesini, bunun yerine, diplomatik prosedürü izleyerek bu bilgiyi -Dallaire’in karşısında harekete geçmek istediği partinin başkanı olan- Ruanda Başkanı ile paylaşmasını söylemişti. 3 ay sonra, Nisan 1994’te, Dallaire’in uyarısında anlatılan her şey gerçekleşmiş ve 100 günlük bir süre boyunca bir milyona yakın Tutsi katledilmişti.
Mayıs 1998’de Dallaire’in telgrafına ve Annan’ın buna verdiği yanıta ilişkin bir raporu yayınladığımda, o zaman artık Genel Sekreterliğe terfi ettirilmiş olan Annan gazetecilerin sorularınıgeri çevirmiş ve cevaben bunun “yeniden ısıtılıp önüne konan eski bir hikaye” olduğunu söyleyip “hiçbir pişmanlığım yok” demişti. Bir sonraki yıl, BM’nin yetkilendirdiği bir soruşturma Annan’ın Dallaire’in telgrafındaki bilgiyi BM Güvenlik Konseyi ile paylaşmaktaki başarısızlığını “anlaşılmaz/akıl almaz” olarak nitelendirince, Annan bunun karşısında soğukkanlılığını gayretli bir biçimde korumuş ve konuyu üstüne almamıştı. Annan şöyle demişti: “Hepimiz, soykırımı önlemek için daha fazlasını yapamadığımızdan dolayı bin pişman olmalıyız. Birleşmiş Milletler adına bu başarısızlığı kabul ediyor ve derin pişmanlığımı ifade ediyorum.”
Annan, kariyerinin tamamı BM bürokrasisi içinde geçen ilk BM Genel Sekreteri’ydi. 2003 yılında, Irak Savaşı yaklaşırken Annan hakkında yazdığım kısa biyografide, bu geçmişinin onun içgüdülerini ve reflekslerini nasıl şekillendirdiğini anlatmıştım:
Annan’ın eleştirildiğinde BM adına konuşması ve BM’nin başarısızlıklarının kolektif sorumluluğunu bütün dünyanın omzuna yüklemesi ile, ortada toplanacak birövgü olduğunda bundan kendine pay çıkarmadaki istekliliği arasında koyu bir karşıtlık vardır. Tıpkı BM’ye üye devletlerin BM’yi başarısızlıklarından dolayı suçlaması gibi, BM yetkilileri arasında da bu başarısızlıklardan dolayı üye devletleri suçlamak gibi bir refleks derinlere yerleşmiş durumdadır. Her durumda, bu şikayet tahteravallisinin her iki tarafında da sağlam ihtilaflarvardır fakat bu tarafların aynı kriterlerce yargılanması makul değildir.
Genel Sekreter olarak Annan, uluslararası meselelerde BM’nin otoritesini, meşruiyet ve yasallık bakımından nihai arabulucu olarak öne sürme arayışında oldu. Ancak bu otoritenin paradoksu, bu otoritenin tamamen, üzerinde hakimiyet kurması beklenen egemen güçlerin bizatihi kendisinden kaynaklanıyoroluşudur. Annan’ın, BM’nin kendi başarısızlıklarından dolayı suçlanamayacağı ama başarı durumunda bundan pay alması gerektiğindeki ısrarı, bu paradoksu çözmekte başarısız oldu. BM’nin, barışgücü vazifesine tekrar tekrar ihanet etmesiyle birlikte, Genel Sekreter olarak Annan, bu koruma görevine ilişkin yalan vaatler vermeyi sürdürmenin cazibesine kapılmaya karşı direndiğinden “reformcu” olarak alkışlandı. Ancak Annan’ın, uluslararası yasal bir otorite olarak BM’nin rolünü yeniden biçimlendirme girişimi, BM’yi, BM Güvenlik Konseyi’nin “tasdik memuru” kılıp meşruiyetini tam olarak bununla sınırlaması anlamına geliyordu. Bu yasalcı pozisyonun çelişkileri ise, Irak Savaşı yaklaşırken doruk noktasına ulaşmıştı. BM, Saddam Hüseyin’in geçmiş Güvenlik Konseyi kararlarına uymayı reddetmesini Saddam’ı devirmenin haklı gerekçesi olarak sunduğunda Annan zor durumda kalmış ve Güvenlik Konseyi’nin, BM üye devletlerinin çoğunun gayrimeşru olarak gördüğü bir savaşa meşruiyet verme yoluna girmesine yardımcı olmuştu.
Annan, gazete manşetleri ve toplum bilincinde, zamanının başlıca uluslararası ihtilaflarına ilişkin merkezi figür olarak yer etmiş son BM Genel Sekreteri’ydi. Güçsüz olması, makamının başlıca işlevlerinden biriydi zaten; ancak aynı zamanda, kişiliğine ait görkem ve sıradışılığın ilginç karışımının da bir işleviydi. Annan kendisinin büyük bir lider olduğunu sanıyordu, ama karakteri gereği, büyük bir liderliğin gerektirdiği sorumlulukları kabul etmekten acizdi. Genel Sekreter olarak son basın toplantısında, makamının ağırlığını taşıyıp taşıyamadığına ilişkin soruya karşılık acı acı, hatta alaycı bir biçimde konuşmuştu: “Bazı yerlerde, Genel Sekreter’i her konuda suçlamak gibi bir eğilim vardır; Ruanda konusunda, Srebrenitsa konusunda, Darfur konusunda. Peki ama Genel Sekreter’i Irak konusunda, Afganistan konusunda, Lübnan konusunda, tsunami konusunda, depremler konusunda da suçlamamız gerekmiyor mu? Belki de Genel Sekreter tüm bu meselelerden dolayı suçlanmalıdır. Bununla eğlenebiliriz, eğer istiyorsanız.” Geçtiğimiz Nisan ayında, BBC’de röportaja çıktığında, bir kere daha, dünya çapında yaptıklarının ve yapmadıklarının sonuçları olduğunu kabul etmesi konusunda Annan’ın üzerine gidilmişti. Annan, her zamanki gibi kayıtsız kalmıştı. Bosna konusunda “bir günah keçisi bulmak her zaman kolaydır” demişti. Ruanda konusunda ise “elimizden bir şey gelmiyordu” demişti. Huzur içinde uyusun.
Orijinal Kaynak: https://www.newyorker.com/news/daily-comment/kofi-annans-unaccountable-legacy