Fantastik edebiyatın süper babaannesi Ursula Le Guin, Yerdeniz öykülerinde, dünyanın kuruluşunda, insanlar, büyücüler ve hatta ejderhalar tarafından konuşulmakta olan kadim bir dilden bahseder. Bu dil zamanla utulmuş olsa da büyücülerin marifeti, eşyaların, insaların ve hatta ejderhaların bu ilk dildeki ismini bilmeleri ve o ismi çağırarak onlara hükmedebilmeleridir. Yerdeniz’deki kişlerin de üç ismi vardır. Yeni doğan çocuklara, ergenlik çağına kadar kullanacakları geçici bir isim verilir. Çocukluk çağı bittiğinde, kişiye, kadim dilden alınma gerçek ismi bir büyücü tarafından fısıldanır. Ancak kişi, bu ismi gizli tutar ve bir takma adla çağrılır. Çünkü gerçek isminin çağrılması, ona hükmedilmesi anlamına gelir. Yerdeniz takım adalarında iktidarın kaynağı, gerçek isimlerin bilinmesidir. Sahi, kimliğinize bir baksanıza, ilk hanesinde yazan nedir?
* * *
Sınıf kavramının demode olduğu iddiasıyla kimlik kavramının ön plana çıktığı postmodern bir dönemden geçiyoruz. Oysa kimliği belirleyen ya da önemli ölçüde etkileyen sınıfsal, sosyal yapı olduğu gibi, sosyo-kültürel yapıyı oluşturan da çeşitli öznelerin, birbirinden farklılıklar içeren kimlikleridir. Bunun içindir ki kimliğe, özgünlğünü koruyarak toplumsal yapının bir parçası kılmak perspektifiyle bakmak gerekiyor. Dolayısıyla sistemin bir bireyin kimliğini baskıladığından, asimile ettiğinden bahsettiğimizde, topyekün topluma dayatılan bir kimliksizleştirmeyi de telaffuz etmiş oluyoruz.
İşte Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, böylesi bir kimliksizleştirme hikayesini sahneye taşıyor “Kim Bay Schmitt?” oyunuyla. Her şeyden önce söylenmesi gereken şu: mutlaka izlenmeli… Oyunda, bay ve bayan “Koç” (ki sert tabiatlı, inatçı bir hayvan olduğuna dikkatimizi çekiyor oyunun broşürü), bir akşam huzur içinde yemeklerini yerken kendilerini bay ve bayan Schmitt olarak buluveriyorlar. Tıpkı Kafka’nın “Dönüşüm” öyküsündeki çarpıcı giriş gibi, evveliyatını bilmiyoruz; neden böyle olduğuna anlam veremiyoruz. Sahnede gördüğümüz, “dışarıdan” gelen bir sistemin, “içeridekileri”, önce zora dayansa da hemen ardından rızaya yaslanan güler yüzlü yöntemlerle Schmitt olduklarına ikna etmeye çalışması. Sistem öyle sarıp sarmalıyor ve absürdlüklerle kafa bulandırıyor ki, akıl dışı olana, bırakın illüzyona dahil olan oyuncuları, seyreden bizler bile kanıyoruz. İki kimlik arasındaki gerilimli hatta gidip gelen bir çiftin, kimliğini yitirmemek adına yaptıklarına, “normal” düzenine devam edebilmek için kendilerinden vazgeçişine, itaat etmekle reddetmek döngüsündeki çırpınışına tanık oluyoruz.
Oyun boyunca ve sorasındaysa, kendi yaşadığımız, “dışarıdan” gelen kimliksizleştirme oyunlarını düşünmeden edemiyor insan; bazen zora dayansa da rızaya yaslanan güler yüzlü yöntemlerle bize yapılanları… Köyünün ismini eskisi gibi söyleyemeyenleri, yıllarca ailesinin kullandığı soyadını yaşatamayanları, sokağının adı şehit olmadan önce ne olduğunu hatırlayamayanları, sözcükleri yasaklananları, müziğine, dansına karışılanları… Akıntıya karşı yüzmeyip akışına bıraktıkça, gerçek ismimizi alan iktidarın, bize, biz olmayan bir kimliği dayattığını…
Kara mizah türündeki oyunda rol alan istisnasız tüm oyuncular, rollerinin hakkını layıkıyla veriyor. Bizi hem inandırıp hem yabancılaştırarak, empati ile mesafeyi birlikte gözeterek sergiliyorlar yeteneklerini. Belediye Tiyatrosu’nun genç yönetmeni Nehir Demirel, bu başarılı projesiyle, düşünce dünyamızda yeni ufuklar ve tartışmalar açmasının yanı sıra, yeni bir yazarla da tanıştırıyor bizi. Ülkemizde daha önce oyunları sahnelenmemiş olan Fransız komedyen Sebastien Thiery, politik güldürü ve absürd komedi türünde oyunlar yazıyor. Ayrıca, oyun yazarlarına işsizlik yardımı yapılmamasını protesto etmek için, Kültür Bakanı’nın da katıldığı bir ödül töreninde çırılçıplak sahneye çıkarak Bakanı protesto etmesiyle biliniyor. Anlaşılan Moliere’nin hemşerisi Thiery, hem eleştirel özgür sanattan hem de emekten yana olan tarzıyla, mizahı hayata katıyor ve zihinleri uyuşturmak yerine tokatlıyor.
Sınıfı ve kültürel yapıyı hiçe sayan kimlik siyasetinin, yapay ve içi boş bir şekilde kutsadığı bireycilik karşısında “Kim Bay Schmitt?”, insanın yalnızlıktan ölebileceğini, birey olsak bile bir değil en azıdan iki olmayı, birbirimize tutunmayı, dayanışmayı savunuyor. İtaati içselleştiren Alman kurt köpeği metaforu ile sabır ve emekle akıntıya karşı direnişi imleyen somon balığı benzetmesi de oyuna ayrı bir lezzet veriyor. Sahneden, “Somon balığı değiliz ki, akıntıya karşı yüzersek yoruluruz” diyen oyuncuya, hayattan, “Yorulalım ama yeter ki bizi, attıkları topu yakalayıp sevinçle kendilerine geri veren bir köpeğe dönüştürmesinler.” diye cevap veresiniz geliyor.
Nazen Şansal
Baraka Aktivisti