Geçtiğimiz hafta Kıbrıslı milliyetçiliği üzerine bir yazı yazmıştım. Niyetim, Kıbrıslı milliyetçiliği söylemlerinin –biz beğensek de beğenmesek de- başka memleketlerin ırkçılarının söylemleriyle ne kadar çok benzeştiğini göstermek ve böylece kendimizi, hepimizi Kıbrıslı milliyetçiliği ile hesaplaşmaya/yüzleşmeye çağırmaktı. Ancak öte yandan, Kıbrıslı milliyetçisi söylemlerin ve tavırların ırkçı bir boyutu olduğunu söylemek madalyonun sadece bir yüzü; madalyonun bir de öteki yüzü var ki o da Kıbrıslı milliyetçiliği olarak adlandırdığımız olgunun neden bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde bu kadar yaygın, popüler olduğunu ve “tutunulacak bir dal” olarak görüldüğünü anlama çabasıdır. Bu yüzden de, geçtiğimiz sene Kıbrıslı milliyetçiliğiyle ilgili yazmış olduğum bir yazıyı burda yeniden paylaşmak istedim…
***
“Din toplumların afyonudur”…
Nerden fırladığı ve hangi bağlamdan koparıldığı belli olmayan Marx’a ait bu cümle, çoğu zaman dine karşı kategorik bir tavır alan ve dini sosyal bir olgu olarak okumak yerine onu metafizik düzlemde değerlendirenler (ve dolayısıyla yanlış değerlendirenler) tarafından kullanılır. Ancak bu cümlenin öncesi pek bilinmez, bilinse de tarihsel materyalist/Marksist bir çerçeveden bakılmıyorsa eğer dine, önemsenmez. Önemsenmez çünkü bu metafizik/idealist bakış açısı, sosyal fenomenleri tarihsel bağlamından koparıp, sadece “ne” olduğuna bakıp, sonra da bu “ne”nin iyi/yararlı mı kötü/zararlı mı olduğuna dair yargılarda bulunur. Bu metafizik/idealist bakış açısı iki açıdan sorunludur. Birincisi, “ne”nin “nasıl” “ne’leştiğini” ve halâ “ne’leşiyor” oluşunu, yani tarihselliğini (hem geçmişe hem de geleceğe dönük bir tarihsellik) yadsır; birinciden kaynaklı olarak ikincisi de, -Mahir’den mülhem- sosyal olguların trafik polisliğine soyunup onların tarihsellik içinde şekillenen ve yine tarihsel olan öznelerin müdahaleleri ile yön verilebilecek olgular olduğunu yadsıyıp onlara metafizik düzlemde ve salt ahlâki temelden yargılarla yaklaşır. Sadece yorumlamamak, aynı zamanda da değiştirmek için (ki değiştirmek için değiştirilebilirliğini, yani tarihselliğini kabul etmek gerekir. Metafizikçi, sosyal olgulara özcü bir şekilde yaklaştığı için onları değiştirilebilir şeyler olarak değil, ortadan kaldırılması gereken kötü şeyler veya muhafaza edilmesi gereken iyi şeyler olarak görür), Marx’ın sıkça alıntılanan bu cümlesinden önce gelen cümlelere bakalım, bunun için de Marx’ın 1843 tarihli “Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisine Katkı” isimli eserin giriş kısmına bakalım :
“Din, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi,
Kalpsiz bir dünyanın kalbi,
Ruhsuz olayların ruhu,
Din halkın afyonudur.”
Ne garip, değil mi ? Son cümleye bakınca, din bir uyuşturucu, din bir uyutucu sadece; egemenlerin ezilenlere salladığı bir hipnoz saati… Önceki cümlelere bakınca ise, olumlu olarak nitelenebilecek özellikler atfedilmiş dine; “kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz olayların ruhu” olmak gibi. İyi bir Marx yorumcusu olmasam da, burda Marx’ın dine olumsuz ya da olumlu bir yakıştırmada bulunmanın ötesine geçtiğini söylemem lazım. Ne dine “afyon” diyerek onu aşağılıyor, ne de dine “kalp ve ruh” diyerek onu yüceltiyor… Peki ne yapıyor ? Gelin bunu Kıbrıslı milliyetçiliğini inceleyerek anlamaya çalışalım.
Kıbrıslı Milliyetçiliği
“Kıbrıslı milliyetçiliği, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi,
Kalpsiz bir dünyanın kalbi,
Ruhsuz olayların ruhu,
Halkın afyonudur.”
Bu bölümün asıl ortaya koyacağı şey, Kıbrıslı milliyetçiliğinin ne olduğu, kimler tarafından nasıl yorumlandığı ve hangi tarihsel dinamikler içinde geliştiği olmayacak, daha çok “temiz vicdanlı entelektüelin” Kıbrıslı milliyetçiliğe ile kurduğu ilişkiye değinilecek; tabii bu yapılırken de, ister istemez Kıbrıslı milliyetçiliğinin ne olduğuna ve hangi tarihsel dinamikler içinde geliştiğine değinilecek.
Kıbrıslı milliyetçiliği, Kıbrıslı Türk toplumu içinde çok yaygın bir milliyetçilik. Yaygınlığı kadar etkili olamamasının en önemli nedeni, siyasal alanda örgütlü bir ifadesini bulamamış olmasıdır (ki burda not düşmek gerek; her ne kadar, örneğin MHP’nin Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin doğrudan siyasal ifadesi olması anlamında, Kıbrıs’ın kuzeyinde Kıbrıslı milliyetçiliğinin doğrudan siyasal ifadesi olan bir örgütlenme olmasa da, gerek sağda gerek solda bazı partiler içinde Kıbrıslı milliyetçiliği “açıkça dile getirilemeyen bir özlem” olarak yerini almakta) . Kıbrıslı milliyetçiliği Kıbrıs’ın kuzeyinde daha çok kültürel kodlar ve kimlik oluşumları çerçevesinde hayat bulmakta. “Temiz vicdanlı entelektüel”, Kıbrıslı milliyetçiliğinin neden ve hangi tarihsel dinamikler bağlamında Kıbrıs’ın kuzeyinde bu kadar yaygın olduğunu incelemek yerine, çoğu zaman kendi kişisel “arınmışlığını” ve “temizliğini” ifade etmek için sürekli Kıbrıslı milliyetçiliğini lanetler. Kendi temiz vicdanına ve akademik donanımına yakıştıramadığı “milliyetçilik” gibi “sıradan insanların” taşıdığı bir lekeye bulaşmak istemez. O kadar bulaşmak istemez ki, bu milliyetçiliği anlama çabasına bile girişmez, çünkü anlama çabasının aynı zamanda anlaşılmaya çalışılan şeyi “meşrulaştıracağını” düşünür; bu düşünüşün temelinde ise, sosyal olgulara tarihselliği içerisinde değil, metafizik bir düzlemde bakması yer alır. Anlama çabasının anlaşılmaya çabalanan şeyi meşrulaştıracağı düşüncesi hiç de yabana atılmamalı. Herkesin gönül rahatlığıyla Hitler’i ve faşizmi lanetlediği bir ortamda, “Hitler’in ve faşizmin ortaya çıkışını anlamalıyız; nasıl olur da böylesi bir anlayışın kitleleri peşinden sürüklediği üzerine iyice düşünmeliyiz” demek, rahatsız edici bir sestir; rahatsız edicidir çünkü kişiyi “bulaşmaya” davet eder. Bir kenara çekilip “ırkçılık kötü bir şey, faşizm berbat bir şey” diye lanetleme ayinlerine ara verip bugün gönül rahatlığıyla kötüleyebildiğimiz bu şeyin nasıl olur da bir zamanlar coşkuyla kitleler tarafından sahiplenildiğini anlamak çabası, temiz vicdanlı entelektüelde “kirliye öyle veya böyle bulaşma” sıkıntısı çağrıştırır. İşte Kıbrıs’ın kuzeyinde de Kıbrıslı milliyetçiliği, çoğu zaman bir anlama çabasına tabi tutulmaksızın, lanetleme ve hor görülme seanslarının nesnesi olagetirilmiştir temiz vicdanlı entelektüel tarafından (Yazı ilerlemeden not düşmek gerek; burda “temiz vicdanlı entelektüel” kavramı elbette akademik/entelektüel dünyada bir genellemeye işaret etmemektedir) .
“Milliyetçilik mi ? Aşağılık bir şey…
Irkçılık hele; benden uzak…
Anlama çabası mı ? Lanetledik ya işte, hiç de bulaşamam.”
Kıbrıslı milliyetçiliğinin kendini ifade ediş biçimlerine baktığınızda, fazlasıyla keskin bir “geçmişe özlem” görürsünüz. Eğer bir televizyon kanalı olsaydı, günün 24 saatini “nostalji kuşağına” ayırırdı Kıbrıslı milliyetçiliği. Peki geçmişin nesine özlem duyulmakta (Hemen not düşelim; geçmişte özlem duyulan şeylerin, geçmiş zamanlarda da gerçekten bugün özlem duyuldukları haliyle var olup olmadıkları bu yazının konusu değil) ? Öncelikle belirtelim ki, kendini açıkça “Kıbrıslı milliyetçisi” olarak niteleyen insan sayısı pek fazla değil. Bu yüzden kendini böyle niteleyen insanların ne dediğine bakıp geçmişin nesine özlem duyulmakta olduğunu anlamak gibi bir lüksümüz yok. Daha çok, yaygın ve dağınık haldeki sözlü/yazılı kaynaklardan toparlanabilecek kimliksel ifadeler ve kültürel kodlamalar bize bu sorunun cevabını verebilir. Üç temel özlemden söz edebiliriz : Eski sosyal dokuya özlem (“Eskiden kapılarımız açık uyurduk”… Eskinin sosyal figürlerine (Çoronik gibi) özlem, “Yasemin kokardı şeher”), ‘Kıbrıslılar’ın göç etmediği/’çoğunlukta’ olduğu zamanlara özlem (“Bir avuç Kıbrıslı galdık bunun içinde”… “Son Kıbrıslı da Londra’ya, Kanada’ya ya da Avustralya’ya göç ettiğinde tükeneceyik) ve eski yaşam pratiklerine özlem (“Kıbrıslı aksanı”, “eski çocuk oyunları”, “eski hayatı kazanma pratikleri”…) Hemen belirtelim, bu yazının amacı Kıbrıslı milliyetçiliğinin ifade biçimlerini incelemek olmadığı için, bu üç temel özlem nitelendirmesi yüzeyseldir. O yüzden salt bu konuya dönük başka bir inceleme, hem bu kategorizasyonun başlıklarını çoğaltabilir, hem de başlıkların isimlendirilmesini ve başlıkların altlarının dolduruluşunu daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilir. Bu kategorilendirmenin yapılmasındaki ve bu örneklerin verilmesindeki amaç şudur : “Eski”, kaçınılmaz olarak dönüşmekte. Örneğin kentleşme dediğimiz olgu, dünyanın her yerinde eski sosyal dokuyu paramparça etmekte. Öte yandan eski yaşam pratikleri, teknolojinin ve iletişimin olanaklarının muazzam seviylere ulaşması sonucu hızla dönüşmekte, hatta sıklıkla yıkılıp yeniden kurulmakta. Aynı şekilde, yeme alışkanlıklarının, giyim alışkanlıklarının ve hayatı kazanma alışkanlıklarının dönüşmesi de yine kapitalizmin ve “küreselleşme” diye bize satılan yeni emperyalizmin farklı aşamalarındaki dönüşümlerin bir eseri. Kısacası, eskinin dönüşmesi (ya da tamamen ortadan kalkması) salt bize özgür bir durum değil. Yine bu gibi dönüşümlerin, örneğin yurtdışından işgücü ithal eden ülkelerde, yaşanan ekonomik krizlerin sorumlusu olarak yabancı işçilerin gösterilmesi sonucu milliyetçiliklere yol açması da sadece bize özgü değil. Ancak burda bize, yani Kıbrıslı milliyetçiliğine özgü olan bir şey var. Kıbrıs’ın kuzeyindeki tüm bu dönüşümler, iç dinamiklerin sonucu, ya da geri kalmış her ülkenin nasiplendiği kadar dış dinamiklerin sonucu değil. Kıbrıs’ın kuzeyindeki dönüşümler (ekonomik, siyasi, toplumsal, kültürel dönüşümler) pek çok zaman Ankara’nın dayatmaları sonucu gerçekleşmekte (Elbette bu dayatmalar tek taraflı ve mekanik bir şekilde gerçekleşmemekte; hem yerli işbirlikçiler aracılığı ile desteklenmekte, hem de toplumsal muhalefet ve iç dinamikler tarafından direnişle karşılaşmakta ve bunların toplamının yarattığı etkileşim, ortaya bir sonuç çıkarmakta. Yine de net bir şekilde söyleyebiliriz ki bu etkileşim toplamında Ankara’nın payı çok büyük) . Ekonomik paketler, asimilasyon uygulamaları (Türkleştirme politikaları, Sünnileştirme politikaları, köy isimlerinin değiştirilmesi, Kıbrıs aksanına dönük saldırılar, kişi isimlerinin değiştirilmesi…) , bilinçli nüfus taşıma ve demografik yapıyı dönüştürme, gündelik yaşam pratiklerine dönük saldırılar, psikolojik baskı, Kıbrıslı Türk kimliğinin Kıbrıslı kısmına dönük aşağılamalar, küçümsemeler ve hakaretler ve dahası. Bu uygulamaların başlangıç tarihini ister 1974 yılına kadar geri götürün, ister TMT’ye Türkiye’den komutanların atandığı 1958 yılına kadar, isterseniz de Türkiye’nin doğrudan değil dolaylı yoldan (örneğin eğitim aracılığı ile) müdahale ettiği daha da eskilere… Sonuç olarak Kıbrıs’ın kuzeyinde toplumsal yapı, hem de hemen her boyutuyla birlikte, Ankara’nın baskıcı, dayatmacı ve yönlendirici politikaları sonucu dönüşüm geçirmiştir. Kapitalist toplumlarda (ya da bizdeki gibi modernleşme/kapitalistleşme sürecini ‘absürd’ bir şekilde yaşasa da sistem içi uygulamalara tabi toplumlarda) dönüşüm kaçınılmazdır ve bu dönüşümün acılı olması da kaçınılmazdır. Yani eski, hiçbir zaman, olduğu gibi kalmayacaktır. Ancak bizdeki bu dönüşümün bu kadar sancılı olmasının ve Kıbrıslı milliyetçiliğini doğurup bu denli beslemesinin sebebi, bu dönüşümlerde dış dinamiklerin payının ciddi anlamda yüksek olmasıdır. Bu dış dinamiğin de çoğu zaman tek ve bir olması (Ankara hükümetleri), dış dinamiklerin varlığını somutlaştırmakta ve yüzümüze bir tokat gibi çarpmaktadır. İşte böylesi bir ortamda, Ankara’nın müdahalelerine karşı sınıfsal ve işgal karşıtı bir zeminde mücadele verilmedikçe, yani toplumsal muhalefetin alanı bu zemindeki bir mücadele tarafından doldurulmadıkça Kıbrıslı milliyetçiliği gittikçe bu boşluğu doldurmakta; Kıbrıs’ın kuzeyindeki gidişattan öyle veya böyle hoşnut olmayan kişiler de asimilasyona, kendi kültürlerine yapılan bu tepeden müdahalelere, kendi yaşam tarzlarına dönük saldırılara, kendi ekonomik kurumlarına ve yaşantısına dönük izlenen bu baskıcı politikalara, kendi siyasi iradesine dönük müdahalelere ve kendi kimliğini aşağılayıcı politikalara karşı Kıbrıslı milliyetçiliğine sarılmaktadırlar. Yani Kıbrıs’ın kuzeyindeki gidişattan öyle veya böyle hoşnut olmayan kişiler için gittikçe “Kıbrıslı milliyetçiliği, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi ” anlamına gelmekte ve Kıbrıslı milliyetçiliği “Kalpsiz bir Kıbrıs’ın kalbi” ve “Ruhsuz olayların ruhu” olmaya devam etmektedir; ve en kötüsü de, işgale karşı doğru zeminde bir mücadele olmadığı için de “Halkın afyonudur“.
Sonuç
Kıbrıslı milliyetçiliğinin doğrudan ve örgütlü bir siyasal ifade bulması, hem mücadelenin sınıfsal ve işgal karşıtı bir zeminden kayıp etnik bir doğrultuda yol almasına sebep olacağı için (yani mücadelenin doğru rotasını saptıracağı için), hem de milliyetçilik gibi öyle veya böyle yıkıcı/dışlayıcı/ötekileştirici bir doğaya sahip olan bir sosyal olgunun güçlenmesine zemin hazırlayacağı için ciddi anlamda bir tehlike arz etmektedir. Öte yandan, Kıbrıslı milliyetçiliğini ortaya çıkaran tarihsel ve güncel dinamikler geçerlidir ve bu dinamiklere karşı sınıfsal ve işgal karşıtı bir zeminde mücadele verilmedikçe, bu dinamikler Kıbrıslı milliyetçiliğini beslemeye devam edecektir. Yani mesele, “temiz vicdanlarımızı” milliyetçilik ve ırkçılık gibi kirli sulardan arındırıp rahatlama ve bireysel kurtuluş sağlama/kendini temize çekme mücadelesi değil, sınıfsal ve işgal karşıtı bir zeminde verilecek mücadeleye omuz vermektir. “Temiz vicdanlı entelektüel” bir yandan kirli sulara karşı radikal bir duruş sergilese de, pratiğinde sınıfsal ve işgal karşıtı mücadeleye omuz vermediği için (hatta bazen, sistem içi siyasal örgütlenmeler aracılığı ile -bu örgütlenmeleri muhatap alış şekli eleştirel olsun ya da olmasın- kendini ifade ettiği için), belki kendine göre kendi vicdanı “temiz kalmaya” devam etmekte, ancak Kıbrıslı milliyetçiliğini doğuran ve besleyen dinamiklere karşı doğru bir zeminde verilecek mücadele büyütülmediği için, bu mücadelenin büyüyemediği alanlardaki boşluk da Kıbrıslı milliyetçiliği tarafından doldurulmaya devam etmekte… “Temiz vicdanlı entelektüeller” suya sabuna dokunmamaya devam ettikçe, ya da daha önemlisi, ‘hijyenli’ sularda, yani sistem için siyasal örgütlenmeler ve siyasal ifadeler çerçevesinde (ister eleştirel olsun ister olmasın; sonuçta muhatabını sistem içi örgütlenmeler olarak kabul edip onları eleştirerek onlara ‘çekidüzen vermeye’ çalışır) kendi pratiğini oluşturdukça, bütün renkler hızla kirlenmeye devam edecek ve birincilik de en beyazın ve en ‘temiz’in olacak.
Celal Özkızan
Baraka aktivisti
*Bu yazı Gaile dergisinin 231. Sayısında yayınlanmıştır.
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.