Başlıktaki “hukuk” kelimesini bu yazının içeriğinde salt yasalar ve yargı kolları üzerinden değil fakat aynı zamanda çalışma hayatındaki ilişkilerin toplamı üzerinden kullanma gereği duyduk. Öyle ki farklı öznelerin farklı yaklaşımlarının inceleneceği bu yazıda otorite olarak kabul edilen çevrelerin de (devlet gibi) bu ilişkilerin toplamının neresinde ve hangi araçlarla bulunduğunu tespit edip bu tespitin karşısına bir “olması gereken” ile çıkmak kaygısındayız. Öyle ki hak arama zeminli bu yazıda bunu münferiden yapmanın koşullarından ne denli yoksun oluşumuzu ve güçsüzler olarak örgütlenmemizin ne denli elzem olduğunu ifade etmek gün geçtikçe önem kazanıyor zira özel sektöre sendika talebi gün geçtikçe meşrulaşıyor fakat emek sömürüsü de buna paralel olarak an be an yükselmekte. Hal böyle olunca tüm araçlarla tüm alanlarda tüm gücümüzle yekün bir mücadelenin kaçınılmaz hale gelmekte olması gibi emek mücadelesi ile ilgili artık bir eşik atlamamız gerekmektedir.
Hukuki mevzuat anlamında çalışma yaşamı Anayasa ve 22/92 sayılı İş yasası yanında Basın iş yasası ve sair yasalar altındaki borç ilişkileri ve genel hukuk ilkelerince düzenlenmiştir. Tabi tüm bu mevzuatın uygulama alanı bulmasıyla ilgili çoraklığı bu sitede yayımlanan birçok başka makalede defaatle ve farklı biçimlerde ifade etmiştik lakin mevzuatı yazılı ve yürürlükte olan hukuk kuralları yani kanun hükümleri olarak sınırlandıramayız. Pekala Yargıtay veya Yüksek İdare Mahkemesi tarafından iş meseleleri üzerine verilen prensip kararları da bu anlamda oldukça belirleyici. Kıbrıs’ın kuzeyindeki örneklerine baktığımızda ise İş Yasası ve sair iş ilişkilerini düzenleyen yasalar tahtında üst mahkemelerce karara bağlanmış olan dava sayısı toplam 11’dir. Bu kararlar çoğunlukla haksız fesih, iş kazası (aslında iş cinayeti) ve kıdem tazminatı üzerinden şekillenmekte (ayrıntılı bilgi için bkz: www.mahkemeler.net). Alt mahkemeler olan Kaza Mahkemeleri’nde ise görülen aynı mevzuat zeminli davaların hem sayısına ve içeriğine erişimimiz olmadığından hem de İş hukuku ile ilgili emsal teşkil eden kararların esasında üst mahkemelerce verilen kararlar olduğundan bu davalardan bahsedemedik.
Prensip yani yüksek mahkeme kararlarının ya da iş meselelerinin yargıya yansıma oranının bu denli az olması çalışma hayatındaki ihtilafların, başka bir deyişle emek sömürüsünün bu denli yüksek olduğu bir ülkede normal değildir. Sebepleri de daha çok hukuki yollardan hak aramanın sıkıntılarıyla ilgilidir. Bu sıkıntıları iki başlık altında toplarsak daha anlaşılır olacaktır.
1-Hukuki Yolların Kendi Zorlukları;
Yukarıda bahsi geçen İş hukukuna dair yasalardan en kapsamlısı olan 22/92 Sayılı İş Yasası, T.C mevzuatından kopyala yapıştır yöntemiyle ülkemizde yürürlüğe girmişti. Yasanın içeriğine dair olumlu yahut olumsuz yorumlara bu yazıdan çok fazla girmeyecek olmakla birlikte bir işçinin gündelik hayatına ne denli yansıdığını ya da bir işçinin bu yasanın açtığı yollardan tek başına yürümesinin ne denli mümkün olduğunu tartışmak daha doğru olacaktır.
Öncelikle iş yerinde işçi ile işveren arasında peydah olan herhangi bir ihtilaf söz konusu olduğunda bunu iş yasasına başvurarak gündeme getirebileceğimiz iki temel mecra vardır. Bunlardan birincisi çalışma dairesi yani idari yoldur. Bu idari yola başvurmayı gündeme getirecek uyuşmazlıklar da kendi içerisinde ayrılmaktadır. Öyle ki işverenle işçi arasındaki iş ilişkisini işveren açısından kopma notkasına getirmemiş olan ek mesai ödeneği, sigorta yatırımlarının eksikliği (ki bunların tümünü, kaynağını yasadan bir hakkın gasp edilmesi olarak değerlendirdiğimizde) gibi konular gündeme geldiğinde işçiye dayatılan tercih hakları neredeyse her zaman işçi aleyhinedir. Öyle ki bir işçi idari yolu izleyip sigortayla ilgili eksik yatırımları ihbar ederse, bu çalışma dairesini harekete geçirip işçi lehine işveren aleyhine sonuçlar doğursa dahi günün sonunda örneklerden yola çıkarak diyebiliriz ki işveren kendisini şikayet eden işçiyi bir mağrifetle işinden çıkaracaktır. Elbette bununla ilgili korunma yöntemleri olmasına rağmen uygulamada çoğunlukla bu şekilde sonuçlanmaktadır. Bu tarz hukuksuzlukların tespit edilmesinde işçi açısından daha güvenli olan diğer bir yol ise çalışma dairesinin yani idarenin resen yani kendiliğinden işyerlerini denetlemesidir ve fakat yine uygulamada herkesin bildiği üzere çalışma dairesinde yeterli müfettiş olmamakla birlikte onlarca boş müfettiş kadrosu bulunmaktadır. Yani devlet ya da idare bu denetimleri gerçekleştirme konusunda yetersiz kalmakta, daha doğru bir deyişle kendi kendini yeteriz bırakmaktadır. İşçiyi idari yollardan hak aramaya sevk edebilecek ve işyeri ile işçi arasında bir kopuş üzerine ortaya çıkan uyuşmazlıklarda da durum aynıdır. Haksız fesih, kıdem tazminatı gibi uyuşmazlıklar söz konusu olduğunda yine idare ihbar üzerine ya da resen bunu tespit edip bizzat konuyu yargıya taşıyabilir. Fakat aynı noksanlıklardan kaynaklanan aynı sıkıntılar söz konusu olmakta, yapan işverense haksızlık yapanın yanına kalmaktadır.
Uyuşmazlıklar ile ilgili bir işçinin verili koşullarda yürüyebileceği diğer yol ise bizzat yargı yoluna başvurmaktır. Bu başlığın ilk paragrafında Kıbrıs’ın kuzeyinde yürürlükte olan 22/92 sayılı İş Yasası’nın Türkiye mevzuatının bir kopyası olduğunu ifade etmiştik. Durum abartısız bir şekilde böyledir. O denli ki ülkemizde iş mahkemeleri olmamasına karşın yasanın tefsirinde şu cümleye rastlanılabilir: “Yetkili Mahkeme”, İş Mahkemesini, yoksa işin bulunduğu yerin yetkili Kaza Mahkemesini anlatır.” Öncelikle belirtilmelidir ki ülkemizde mahkemelerin kuruluş ve işleyişlerini düzenleyen yasa Mahkemeler Yasası’dır. Bu yasanın hukuk, ceza ve yüksek mahkemelerden başka kurulmasına cevaz vermiş bulunduğu tek mahkeme Aile Mahkemesi’dir. Yani herhangi bir kazada herhangi bir mahkemenin iş mahkemesi sıfatıyla dava görmesi Mahkemeler Yasası’nda değişiklik yapılmadığı sürece mümkün değildir. Fakat bu meseleyle ilgili esas gündeme getirmek istediğimiz şey İş Yasası’nın ne denli kopya bir yasa olduğundan ziyade gerçekten de iş mahkemelerinin noksanlığının işçilerin hukuki yollardan hak aramalarına dair olumsuz etkisidir. Çünkü bir mahkemeyi iş mahkemesi olarak addetmek doğrudan doğruya çalışma hayatına dair uyuşmazlıklara yargı nazarında adres göstermek, işçilerin hukuki yollarla haklarını arayacağı bir araç üretmek manasına gelir. Elbette yukarıda bahsettiğimiz münferit bir hak arama yoluna gidildiğinde aynı koşullar iş mahkemelerinin dahi olduğu bir yargı imkanında da geçerlidir.
2-Hukuki Yollara Bile Girilmesine Müsade Etmeyen Yaşamsal Zorluklar
Toplumda ve tabi birçok emekçi nazarında hukuk başlı başına bir gizem kümesi, teknik olarak ağır ve bilinmeyenlerle dolu bir dünyaymış gibi değerlendirilmektedir. Yani anlaşılması zor yasalar vardır, anlaşılması zor usuller izlenerek anaşılması zor davalar açılır ve bu davalar anlaşılması zor olanı anlayan “zeki” avukat ve yargıçlarca çözülür. Böylelikle işçi ya da işveren hakkaniyete kavuşur! Evet böyle olsaydı geçekten çok tatlı olurdu fakat böyle değil. Bunların yanında İş hukuku başlı başına işçi patron ilişkisinin kendisidir. “Bizim patron aslında iyi insan”, “ükeye yatırım yapıyor maaşlar ondan gecikti”, “yahu şimdi şikayet etsen ne değişecek, çalıştıracak insan çok durduk yere işimizden olmayalım” gibi replikler hiç de öyle kurgusal değil, yeterince kulak kabartırsanız bir gün içerisinde birçok kimseden rahatlıkla benzer şeyler duyabilirsiniz. Bu koşullarda hukuki yollardan hak aramanın en mübah ve gerçek yolu sendikadır. Sadece bir güç savaşı anlamında değil, bir işçinin bir işverenle arasındaki ilişkiyi bir iş ilişkisi hatta bir sınıf çelişkisi olarak değerlendirebilmesinin, başlı başna bir sınıf bilinci üretebilmesinin en güçlü aracı sendikadır. Öyle ki Marx sendikayı tarif ederken “Sendikalar dağınık işçileri bir araya getiren ve onlara ilk sınıf eğitimini veren örgütlerdir” der.
Verili koşulların gerek teknik gerek teorik anlamda sorunlarını belirlerken kendi silahlarımızı da bu koşulları göz önüne alarak belirlemeliyiz. Yasal mücadeleyi araçsallaştıran alan mantığı çerçevesinde emek mücadelesini önümüze koyduğumuzda ve pratiğimiz bizi sol olarak tanımlamaya başladığında sendika talebi aklımıza gelen iyi bir fikirden ziyade koşullar karşısında kaçınılmaz bir silah haline gelmektedir. Mevcut sol siyasetlerin ve emek örgütlerinin hangi sloganın hangi örgüte ait olduğuna bakmaksızın devrimci eylemin birliği anlayışı ile hareket etmesi ve sendika talebini formüle eden öznelerle ittifak halinde olması x ya da y örgüte dair değil, mücadelenin kendisine dairdir.
#sendikasızçalıştırılmakyasaklansın
Eyyüp Sabih Benzetsel
Bağımsızlık Yolu Üyesi