Geçtiğimiz haftaki yazıda (http://www.ankaradegillefkosa.org/kibris-sorunundaki-sorun-ne-1-celal-ozkizan/), Kıbrıs sorununun kökenlerinin 1960’a kadarki kısmını ele almaya çalışmıştım. O yazıda, Kıbrıs sorununun kökeni her ne kadar “etnik bir sorun” ya da “dış güçler” olarak gösterilmeye çalışılsa da, bu faktörler de çok önemli olmakla birlikte, sorunun esasında, Kıbrıs’ta Britanya işgali ile birlikte serpilen kapitalist dönüşümün sonucu yaşanan sınıfsal farklılaşmalar olduğunu dile getirmeye çalışmıştım. Şimdi bu çerçevenin 1960 sonrasına nasıl yansıdığına bir göz atalım.
1960’lı yıllarla birlikte, Kıbrıslı Elen burjuvazisi, tek derdi dünya pazarlarına bağlanmak olan (ve bunu da Enosis aracılığı ile Yunanistan üzerinden dünyaya bağlanarak gerçekleştirmeye çalışan) bir sınıf olmaktan çıkmış, özellikle ciddi şekilde gelişen ve serpilen hafif sanayi yatırımları ve üretimi ile, “bacasız sanayi” olan turizmin muazzam sıçrayışıyla birlikte, “kendi iç pazarına”, yani Kıbrıs’ın kendi ekonomik alanına odaklanmaya da başlamıştı. Dahası, Kıbrıslı Elen burjuvazisinin, kendisinin temsilcisi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı olan güveni ve inancı da artmıştı. 1960’larla birlikte, her ne kadar etnik çatışmalar sonucu “meşruiyetini” yitirse de hukuki zeminini ve uluslararası tanınırlığını koruyan Kıbrıs Cumhuriyeti, Bağlantısızlar Hareketi içinde çok saygın bir yer edinmeye başlamış ve Sovyetler Birliği’nin de önemli oranda dostluğunu kazanmıştı. İçerde de Kıbrıs Cumhuriyeti, güçlü bir devlet kurumsallaşması yönünde ilerlemekteydi. Böylece Kıbrıslı Elen burjuvazisi, hem kendi “ekonomik araçlarının” serpilmesiyle birlikte, hem de Yunanistan devletinin siyasal temsiliyetine ihtiyaç duymayacak denli güçlü ve gelişmekte olan bir devlet yapısında, yani Kıbrıs Cumhuriyeti devletinde kendi temsiliyetini hakim kılmasıyla birlikte, Enosis gözden düşmeye başlamış, Kıbrıs Cumhuriyeti değere binmişti. Elbette “Enosis” halâ resmi politikaydı, ancak gerek Makarios’un gerekse de Kıbrıslı Elen burjuvazisinin geniş kesimlerinin o dönemki pratik tavrına bakıldığında, bu egemen sınıfın, ne kendi pazarını Yunanistan burjuvazisiyle paylaşmaya, ne de güçlendirdiği devletini pat diye tasfiye edip Yunanistan devletinin çatısı altında erimeye gönülleri vardı. Kıbrıslı Elen burjuvazisi, en nihayetinde, “başka bir ülkeye bağlanma” politikası yerine, dünyadaki pek çok burjuva karakterli ulusal bağımsızlık perspektifi gibi, “kendi ulus devletini kurma ve ona sahip çıkma” politikasına geçişini tamamlamıştı.
Ama artık çok geçti…
Şimdi artık karşılarında, “kendi çarşısını” hakim kılmak gibi temel bir motivasyonla hareket edip Kıbrıs pazarını tamamen Kıbrıslı Elen burjuvazisine bırakmaya hiç niyeti olmayan Kıbrıslı Türk ticaret sermayesi; Britanya tarafından Kıbrıs sorununa angaje edilmesiyle birlikte Kıbrıs’taki “kendi soydaşlarını”, ama esasen de kendi jeostratejik çıkarlarını “keşfeden” Türkiye faktörü; Soğuk Savaş’ın taviz götürmez korkunç uluslararası siyaset ortamında, Kıbrıs gibi, üzerinde askeri üslerin ve dinleme tesislerinin yerleşmiş bulunduğu kritik bir coğrafyayı hiç de Makarios’un Bağlantısızlar Hareketi ve Sovyet dostluğu “maceralarının” insafına bırakmaya niyeti olmayan ABD ve Britanya; meşruiyet arayışlarında olan, ve bunu Kıbrıs gibi bir “dış politika zaferiyle” gerçekleştirmeye kafayı koymuş, bu yüzden de gittikçe güçlenip özerkleşen bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı tahammülü olmayan Yunanistan’daki askeri cunta ve en nihayetinde, Kıbrıslı Elen egemen sınıfının içindeki çıkar farklılaşmalarından dolayı Makarios’a cephe almış, Yunanistan destekli EOKA B çevreleri vardı…
Çok geçti, çünkü eğer ilk paragrafta sözünü ettiğimiz geçiş, 1960’tan 30 sene önce tamamlansaydı, Kıbrıslı Elen egemen sınıfı, karşısında sadece Britanya’yı bulacaktı; çünkü o zamanlar ABD emperyalizmi kendi temellerini henüz sağlamlaştırmamıştı ve Kıbrıs’a müdahil değildi, Kıbrıslı Türk toplum örgütsüzdü, Türkiye ve Yunanistan Kıbrıs’ta birer faktör değildi ve Soğuk Savaş henüz şiddetlenmemişti…
Ancak şimdi karşılarında, “ölüm grubu” vardı…
Yanlış anlaşılmasın, yukarıda sayılan gruplar bir “blok” halinde davranmıyorlardı elbette; kendi içlerinde farklılıkları olan, hatta bazıları kendi aralarında ciddi açılardan çelişen gruplardı bu yukarda saydıklarımız; ancak hepsinin “ortak kesen”i; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “burjuva bağımsızlıkçı” karakterini ve bu temelde gittikçe güçlenmesini, kendilerine yönelik bir tehdit olarak görmeleriydi…
Hâl böyle olunca, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, egemenliğini bütün Kıbrıs adası üzerinde hakim bir şekilde sürdürmesi, uzun yıllar boyunca başarılabilecek bir şey değildi; öte yandan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gittikçe kökleşen ve yerleşikleşen yapısı da, yukarda saydığımız grupların onu pat diye ortadan kaldırmasına da olanak tanımıyordu…
“Ara formül” belliydi : Kıbrıs Cumhuriyeti yaşayacaktı, ama “sadece adanın yarısında”…
Önce Makarios ortadan kaldırılıp, onun izlemeye çalıştığı politik vizyon hasara uğratılacak; sonra da ada ikiye bölünüp, zaten hasar almış olan dönemin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “etkinlik alanı”, adanın sadece yarısına indirilecekti…
1974 Temmuz’u gelip çattığında Makarios kurtulmuştu, ama politikası kurtulamamıştı : ada, ikiye bölünmüştü.
***
Yukarda anlatılan tarihsel gelişmelerden bir Kıbrıs Cumhuriyeti güzellemesi çıkarılmamalıdır. Kıbrıs Cumhuriyeti, en nihayetinde, hem bir sınıf devletiydi, Kıbrıslı Elen burjuvazisinin içinde baskın olduğu bir yapılanmaydı ve Kıbrıslı Elen emekçilere karşı sömürü çarklarını çalıştırmayı sürdürüyordu; hem de etnik bir zırha bürünmüş bir devletti ve Kıbrıslı Türk halkını dışlıyor ve varoluşunu da tehdit ediyordu. Yani Kıbrıs Cumhuriyeti, ne “bütün Kıbrıslıları” temsil eden bir yapıydı, ne de eşitlikçi bir yapıydı…
Dahası, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde en çok temsil edilen kesim olan Kıbrıslı Elen egemen sınıfı, bizlerin özlemini çektiği “Kıbrıslılık”ın, “sosyalizm”in ve “bağımsızlığın” değerlerini – hele de bu değerler şimdikinden çok daha gerçek temellere yaslanıyorken- temsil eden Kıbrıs Komünist Partisi’ne ve 1950’lerdeki ortak işçi hareketlerine karşı acımasız bir politika izliyordu…
Bugün eğer, bu ada üzerinde iki halk olarak var olmamızın ve bir “Kıbrıs ulusu”nu inşa edememiş olmamızın sebeplerini arıyorsak, bu sebepleri “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde ortakça yaşayamamış olmamızda” değil, aksine, tam da bizzat Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu aklının acımasızca saldırdığı Kıbrıs Komünist Partisi’nin ve 1950’lerin ortak işçi hareketlerinin -çoğunluğu kendilerinden kaynaklanmayan- başarısızlığında aramamız gerekir…
O yüzden mücadelemiz, altı boş Kıbrıs Cumhuriyeti nostaljileri yapmak değil, Kıbrıs Komünist Partisi’nin ve 1950’lerdeki ortak işçi hareketinin onurlu yenilgileri sonucu yarım bıraktıkları işi tamamlamak olmalıdır.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu