Kıbrıs müzakerelerine dair cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasında süren tartışmalar ve 1 Eylül ile birlikte, Kıbrıs sorunu yine gündemin en tepe noktasına yerleşti.
O yüzden bu yazıda, bugünlerde çokça konuşulan Kıbrıs sorununun, konuşulmayan taraflarına odaklanmaya çalışacağım.
***
Kıbrıs sorununun çözümüne dair konuşulurken, genelde “sorun”un ne olduğu üzerinde herkes hemfikirmiş, ancak çözüm -ya da çözümsüzlük- konusunda herkesin farklı bir duruşu varmış gibi bir varsayımda bulunulur.
Yani, sorunun ne olduğu kısmı çabucak atlanır, ve genelde bu sorunun nasıl çözüleceğine -veya çözüm istenip istenilmediğine- dair tartışmalar yapılır.
Halbuki “çözüm” üzerine düşünmek, en önce “sorun” üzerine düşünmekten geçer.
Elbette, farklı kesimlerin ve farklı çıkar gruplarının, kendi durdukları konuma göre geliştirdikleri çözüm ya da çözümsüzlük senaryoları ve projeleri vardır.
Her kesim, kendi noktasından, “oyunu nasıl oynayacağını” planlar, ve buna göre adımlar atar ya da atmaya çalışır.
Ancak oyunun bizatihi kendisinin ne türden bir oyun olduğu üzerine düşünmek, o oyunu nasıl oynamak gerektiği kadar, hatta bazen daha da fazla önemlidir.
***
Kıbrıs sorununun kökenlerini incelediğimizde, çokça dile getirilenin aksine, ortada “etnik ayrışma” ya da “milliyetçilikler” yoktur. Etnik ayrışma ve milliyetçilikler, sorunun kökeninin doğurduğu sonuçlardır.
Peki nedir sorunun kökeni ?
Sorunun en temeline baktığımızda, şunu görürüz : 19. yüzyılın sonları ile birlikte Kıbrıs’taki feodal toplumsal ve ekonomik ilişkiler, Britanya sömürgesi altına girmemiz ile birlikte, kapitalist bir dönüşüme uğramaya başlar.
Bu dönüşümde en çok öne fırlayan grup, çoğunluğu Kilise etrafında kümelenmiş Ortodoks tüccarlar ve tefecilerdir.
Bu güçlü tüccar ve tefecilerin feodal dönemdeki etkinliklerinin sonucu sahip oldukları ticari ve finansal birikimin üzerine kapitalist bir dönüşüm giydirilince, bu Ortodoks tüccar ve tefeciler bir “burjuva sınıfına” dönüşmeye başlarlar.
Öte yandan dönemin Kıbrıs’ındaki Müslüman elitler ise, büyük oranda bürokrasi içinde ve askeriyede örgütlendiklerinden, “burjuvalaşacak” bir ticari birikime sahip değillerdir.
Burjuvalaşan Ortodoks tüccar ve tefeci kesimler, ticaret sermayesine dayandıklarından, temel öncelikleri, sanayi sermayesinde görülenin aksine “iç pazara” odaklanmak olmaz, dünya pazarları ile entegre olmak olur.
Dönemin koşulları içinde bu Ortodoks tüccar ve tefeci kesimlerin bu önceliğinin siyasal ifadesi de, Enosis, yani Yunanistan’a bağlanma aracılığı ile bütün dünya pazarlarına bağlanma isteğinde kendini bulur.
Bu siyasal ifadeyi tüm toplum içinde seferber edebilmek için de, etnik siyaset ön plana çıkar, ve ekonomik kanadını Ortodoks tüccar ve tefecilerin, siyasi kanadını Kilise’nin, silahlı kanadını ise EOKA’nın oluşturduğu bir “milliyetçi cephe” kurulur. Bu doğrultuda da bütün toplum, milliyetçi bir proje etrafında seferber edilir.
Öte yandan, ticaret sermayesinden yoksun olduğundan dolayı kendi ekonomik etkinliğinin yok oluşa sürüklendiğini gören Müslüman elit kesim ise, içte “Türk çarşısı” projesi ile kendi sermaye birikimini oluşturup burjuvalaşmaya çalışıyor, dışta ise arkasına Türkiye’nin desteğini alarak, ekonomik bir proje olan “Türk çarşısı”nı, onun siyasal ifadesi olan “TAKSİM” ile taçlandırmaya çalışıyordu.
Tüm bunların sonucunda da, ada üzerinde “iki farklı siyasal proje” egemen olmuştu.
İşte bu farklılık, Kıbrıs sorununu bir sorun yapan en temel niteliktir.
***
Yukarda anlatılan kısım, Kıbrıs sorununun kökeninin tamamı değil elbette.
Yukarda sadece “iç faktörlere” değinildi, ve emperyalistlerin Kıbrıs’ı, 19. yüzyılın sonunda Doğu Akdeniz’i ve Hindistan yollarını elde tutmak için önemli bir jeostratejik araç, 1. Dünya Savaşı’ndan itibaren de bir “batmayan uçak gemisi” olarak görmelerine değinilmedi.
Dahası, Kıbrıs sorunu, sadece sorunun “kökeni”nden ibaret değil ve sonrasında o köken üzerine filizlenen faktörler de, yer yer o kökeni dönüştürmüşlerdir.
Yukarda anlatılan “köken”, 1800’lerin sonu ile 1960 arası dönemin çok kısa bir ifadesidir. 1960 sonrasının gelişmelerini ve “sorunun dönüşümünü” de, bir sonraki yazıya bırakalım.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu