Euro bölgesi, muazzam bir toplumsal sefalet pahasına finansal sistemi korumak için elinden geleni yapacak. Peki başka bir yol var mı ?
Tüm Kıbrıs bankaları, Perşembe gününe kadar kapalı kalacak. 15 Mart’tan beri kapalıydılar. Hem küçük tasarruflarla hem de “menşei belirsiz paralar”la umarsızca kumar oynayan Kıbrıs’ın bankacılık sistemi, gerçek bir çöküş riskiyle karşı karşıya. Ve mevcut global ekonominin ana ilkesi, finansal sistemin her ne pahasına olursa olsun korunmasından yana.
“Neden çöküp gitmesine izin vermiyoruz” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Ancak cevap belli : çünkü bu, ağır bir sorumsuzluk olur. İşçilerin tasarrufları yok edilecek ve evleri el değiştirecek. Bu, saece Kıbrıs’ta değil ama Avrupa’nın çoğunda muazzam bir ekonomik krizi hızlandıracak ve bu da hayat standartlarında tahribata yol açacak. İşte bu tehdit, halkları, muazzam bir toplumsal sefalete katlanmak pahasına, bankaları kurtarmak yönünde kandırıp ikna etti. Elbette mevcut bağlamda bankaları tamamen ortadan kaldırmaya yönelik herhangi bir düşünce, başıboş fantezilerin en kötüsünden bir ütopya olarak görülecektir.
Fakat bankacılık sistemi ne işe yarıyor ki bizim ona gerçekten ihtiyacımız var ? Mevcut sistemde, bankalar bazı işlevsel gereksinimleri yerine getirirler. Ticari bankalar, kambiyo senetlerinin takas edildiği mekan olarak işlev görüyorlar, böylece sirkülasyonun maliyetlerini düşürüp bu senetlerin bir “değer” olarak kalitesini güvence altına alıyorlar. Kredi sağlayarak borç verenler ve alanlar arasında aracılık işlevi görüyorlar ve üretim ile tüketim arasındaki dengesizkliklerin aşılmasına yardımcı oluyorlar. Yatırım bankaları ise şirketlerin sermaye biriktirmelerine olanak veriyor ve böylece yatırımları, ekonominin büyüme potansiyeli olan alanlara yönlendiriyorlar.
Muhakkak ki, bu bankalar hükümetin buyruğundaki merkez bankasının altında hiyerarşik bir sistem biçiminde organize olmuşlardır ki bu da ulusal paranın kalitesini korur ve rekabet eden bankacılık kurumlarının kendi aralarındaki işlemleri ve anlaşmaları düzenlemesine olanak sağlar.
Uluslararası sistemde, paranın kalitesi de facto (fiili) olarak “dünya bankası” tarafından garanti edilir. Görünüşte, global düzeyde üretim, ticaret ve tüketim olacaksa, böylesi karmakarışık hiyerarşilerin oluşmasının önüne geçilemez – ve bununla birlikte, tüm o gücün merkezileşmesi, devlet-şirket(sermaye) ittifakları ve böylesi antlaşmaların yol açtığı gizlilik örtüleri…
Gerçekteyse, tabii ki, bankalar bundan çok fazlasını yapmaktadır. Ticari bankalar, doğrudan borç verme işlevinden, menkul değerler piyasasında temellenen finansal ürünleri satma işlevine dönüşmüştür. Yatırım bankaları gittikçe artan labirentvari tekniklerle, yatırımcıların daha az “gerçek” ekonomik değerle daha çok ve daha çok kâr yaratmalarına olanak sağlamıştır – kredi temerrüdü takası ve teminata bağlanmış borç yükümlülükleri gibi yüksek riskli türev kağıtlar üzerinden bahis oynanması yoluyla. Hızla büyümekte olan bir piyasada, tüm bunlar muhteşem görünüyordu. Ancak 2007 krizi sonrasında, tam bir curcunaya ve cümbüşe benzemeye başladı.
Buna verilen bir cevap, ki sol içinde gayet popülerdir, kamusal fayda sağlayan bir bankacılık sisteminden yana olmaktır : küresel ekonominin gazinosunda işleyen ve gizli organizasyonlara bağımlı olan krediler ve yatırımlar yerine, bu krediler ve yatırımlar, kamusallaştırılmış kurumlar tarafından, halkın ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde dağıtılmalıdırlar. Bu elbette ileri bir adımdır. Bu yaklaşım, egemen olan sınıfın belli bir formunun kurumsal temelini zayıflatacak, ve bu da, prensipte, halkın eline, çok büyük –ama gerekli- yeniden yapılandırmaları gerçekleştirmenin aracını sağlamış olacak : mesela “yeşil” bir ekonomi yaratmak için gerekli olan devasa yatırımlar, barınma ve konut krizini çözmek, toplu taşımayı düzeltmek ve yaşayabilir bir emeklilik sistemi yaratmak.
Yine de, bu yaklaşım, radikal bir dönüşüm yönünde ancak bir geçiş önlemi olarak en etkili yoldur. Bunun nedeni ise, kamusallaştırılmış bir bankacılık sisteminin illa ki daha demokratik olması değildir; hele ki bankaların yönetimi hala aynı yöneticilerin ve sahiplerin elinde kalacaksa ve bunlar halâ aynı özel çıkarlara sahip olacaklarsa… Örneğin the Bank of England (Britanya Merkez Bankası) 1946 yılında kamusallaştırıldı, ancak yine de, etki olarak, Londra’daki tüccar bankerlerin sesini yansıtmaya devam etti. Böylesi bir kurumsal düzenleme elbette ki yukarda sözü edilen halkçı hedefleri hayata geçirmenin önünde direngenlik gösterecektir.
Sadece bu da değil, böylesi bir banka, aynı zamanda, özel kapitalist güce meydan okuma becerisini de gösterebilmeli. Niye mi ? Çünkü özel yatırım kararları, kamu yararını gözeterek alınmazlar. Bunu sadece, şirketler maliyetleri toplumun omzuna yükleyip kârlarını maksimize ettikleri ve kamu yararından mümkün oldukça kaçındıkları için söylemiyorum. Demek istediğim, rekabetçi sermaye birikimi sisteminin bizzat özü, akılcı olmayan sonuçlar doğuruyor : kitlesel işsizlik, aşırı üretim ve israf edilmiş/boşa harcanmış üretim.
Bu da bizi, kamu yararı bankacılığının dahi ötesine geçmeyi amaçlamamızın gerekliliğine getiriyor. Bugün banka olarak bildiğimiz şeyler ilerde halkın kontrolünün ve demokratik planlamanın araçları haline gelecekler ve bu yüzden de, sadece bankacılık sistemini değil, aynı zamanda ekonominin üretken temelini de demokratikleştirmemiz gerekir.
Bu da, ekonomiyi, mümkün olduğunca çok piyasadan kurtarıp, doğrudan halkın kontrolü altına koymamızı gerektiriyor. Bu da, kısaca, kapitalist güce karşı uzun süreli bir meydan okumayı gerektirir; her yerellikte bir taban demokrasisini beraberinde getirecek bir meydan okuma : Occupy Wall Street’ten, Occupy Main Street’e (Çevirenin Notu : “Main Street”, ‘sıradan sokak/cadde’ olarak çevrilebilir. Yazar burda, sadece Wall Street’in değil, bütün toplumun dönüşümünün hedeflenmesi gerektiğini, çünkü zaten Wall Street’e bu gücü veren şeyin o mevcut toplumsal yapı olduğunu anlatan bir kelime oyunu yapıyor)
Karl Marx’ın din için dile getirdiklerinden yola çıkarak söylersek, bankacılığı ortadan kaldırma talebi, bankacılığa ihtiyaç olmasına zemin hazırlayan koşulları ortadan kaldırma talebidir.
Çeviren : Celal Özkızan