Trafikte yaşanan sorunlar yıllardır bitmek tükenmek bilmiyor. Hangi noktasından tutarsak tutalım elimizde kalan ve on yıllardır çözüm bekleyen bu sorunlar; hükümet edenler tarafından tek bir odağa bağlanıyor.
Sürücülerin sürüş esnasında yaptığı hatalara…
Bunu, gerek “Kaza kader değil, ihmaldir” veya “Alkollü araç kullanmayın!” yazılı billboard reklamlarıyla öne çıkarılan sözlerde, gerek radyo ve televizyonlar için hazırlanan kamu spotlarında, gerekse de cereyan eden trafik kazalarının ardından, polis basın subaylığının veya ilgili baka(maya)n bizzat yaptığı “ajitatif” açıklamalarda görebiliriz.
Hatta konunun medyada ele alınış biçimi de belirleniyor desek, abartmış olmayız hani…
Sermaye&hükümet işbirliğiyle oluşturulan egemen yapı, koca trafik konusunu kazalarından ibaret görüyor ve “eleştirel” hiçbir söze yer vermiyor. Oysa trafik olgusu bütünüyle ele alınıp, bilimsel veriler ışığında hareket edilerek çözülmelidir. Aksi halde zaten; sürücünün o an ki durumu, yani sıhhati; kendisiyle alakalı bir ayrıntıdır ve hesaplanabilecek bir veri değildir.
Buradan hareketle elde ne varın ötesine gitmek, üzerine sıçrayan çamuru temizlemeye çalışmaktan farksızdır…
Yani acizlikten başka bir şey değildir…
Elde var olana bakmakta fayda var. Yani; sorunu bütünüyle ele almak ve bu bütünün içerisinde sürücüleri hataya zorlayan mekanizmayı bulmak gerekmektedir. Aynı zamanda bu yapısal bozukluğu diri tutan düşünce yapısına odaklanmak ve bunu yıkmak daha olasıdır…
Öncelikle, bilinen bir gerçek var ki, bu küçücük ada yarısında toplu taşımacılıktan yoksun seyahat edip, araç satın almaya zorlanmamızın maddi olduğu kadar manevi götürüsü de var bizlerden…
Bisiklet yolumuz dahi yok!
Haliyle, kısa mesafeleri dahi vasıtamızla aşıyoruz…
Çünkü yaratılan ortam bunu sunuyor. Aksini düşünen ve hatta uygulayan –yani yürüyen- insanlara normalin dışında bakılıyor…
Bu durum oldukça kritiktir ve ancak, ta ilkokul sıralarından itibaren, alınması gereken trafik eğitiminin, verilmediği gerçeğiyle birlikte düşünülmeli ve sürücülerin bu iki temel ayrıntıdan yoksun olduğu hesaba katılmalıdır…
Diğer taraftan, yıllardır Kıbrıs’ın kuzeyinin nüfusunu bilmiyoruz. Hatta hızla artan üniversite sayısıyla paralel artan nüfusla alakalı hiçbir veri kamuoyuyla paylaşılmış değildir. Oysa artan insan sayısı bir hacimdir ve trafik için önemlidir ve bu hacim her alanda olduğu gibi trafikte de yer kaplamaktadır.
Öyle ki, günün her saatinde oluşan uzun araç kuyrukları ve artık, trafiğe çıkarken alışık olduğumuzdan fazla, tahmini varış süresi hesaplıyor oluşumuzun bir nedeni de budur…
Bir diğer nedeni ise; şehir planlama biliminden yoksun oluşumuz ve bölgelerin imar durumlarının sermayenin arzu ettiği şekilde değişiyor olmasıdır…
kktc şantiyesinde yaşıyor gibiyiz…
Eskiz kâğıdına ölçeksiz karalama yaparcasına inşaat yükseliyor ve etkileri trafiğe de yansıyor. Nakliye araçları, hafriyat kamyonları her an yollarda…
Yollar demişken, malum durumu içler acısı…
Çukurlu ve yağan ilk yağmurlar bizlere gösteriyor ki; yolların niteliği, uygunluğu, eğimi, aydınlatması, bariyerleri ve daha sayabileceğimiz birçok noktası hatalı. Alt yapı ve yağmur suyu tahliye hattı kullanımdan zaten yoksun haldeyiz…
Hal böyle olunca da trafik eşittir kaos demekten öteye gidemeyiz…
Bunlar, bizleri çileden çıkartan ve bir türlü çözülmek bilmeyen sorunların sadece bazılarıdır. Bilinmesi gereken şu ki; tüm bu etmenlerin ve çok daha fazlasının oluşturduğu bir kapasite vardır ve o kapasite dolmadan taşmıştır. Taşıp giden kısımları geri getirmede, ısrar edip doğru kullanım için mücadele etmek şarttır.
Ancak bir farkla; bu zihniyet ve onun temsilcileriyle değil…
Çünkü normal olmayan onların bakış açışı ve yarattığı algıdır…
Mustafa Batak
Baraka Kültür Merkezi Aktivisti