Toplum olarak çok zor günlerden geçiyoruz. Düzelmeyen pek çok sorunumuza her gün bir yenisi daha ekleniyor. Sıcaklar dayanılmaz oldukça elektrik parası artıyor, toplu taşıma meselesi yıllardır çözülmüyor ama benzin fiyatları cepleri yakıyor, yangın helikopteri yerine lüks makam arabaları alınıyor derken şimdi de yediğimiz ilaçlı gıdaların test edilememesi ve iç güdüyle onaylanıp piyasaya sürülmesi ile uğraşıyoruz. Anlayacağınız oradan batıp buradan çıkıyoruz.
Çağımızın hastalığı demek hafif kalır, neredeyse her evde bir kişinin kanser ile mücadele ettiği bu günlerde birilerinin gözü ile bakıp da “bir şey olacağını sanmıyorum” demesi ile sinek/tarım ilaçlı sebze meyve tüketiyoruz. İnsan hayatının hiçbir zaman değerli olmadığı adamızda artık alenen cinayet işleniyor ama sermayenin cebi biraz daha şişsin diye sesler kesiliyor. Adanın diğer yarısına geçebilen insanlar, canları için bir ümit “orası daha yasaldır” deyip alış veriş yapmaya Kıbrıs’ın güneyine gidiyor. Tabii euronun bu değer artışında ve asgari ücretin en büyük yolsuzluk olduğu gerçeğinde Kıbrıs’ın güneyinden alış veriş yapabilmek de hiç kolay değil…
Hastanelerimize gelecek olursak, göstermelik bir onkoloji binamız bulunuyor evet ama sadece dışından bakınca bir şey görebileceğimiz bir bina bu. Zira içeriye girince bırakın mobilya, mefruşat, hijyen, ilaç vesaire gibi temel ihtiyaçları bir onkoloğumuz yok. Yani var ama yok. Ülkemizdeki kanser sayısına göre hastane altyapısı ve kadrosu yerlerde sürünüyor, tedavi için alınması gereken ilaçlar maliyetinden dolayı bütçelere konulamıyor (ama Mercedes alınabiliyor). Kanser hastası bireylerin her birine bir psikolog atanması, ailenin bilgilendirilmesi için bir eğitim broşürü hazırlanması gibi devletin görevi olan hizmetlere hiç değin(e)miyorum. Ama bir dakika her ay maaşlarımızdan kesilen sosyal sigorta primleri tam olarak ne için kesiliyordu?
Her ne hal ise bize her sıkıştığımızda yardım eli(!) uzatan sevgili anamız, bu konular açılınca nedense bizi hiç tanımıyor. Hatta tarım ilaçlı zehirlerimizin (pardon besinlerimizin) hafızalardan silinmesi için adamızı kalkındırmak üzere(!) yapılan çalışmalara bir yenisini daha ekleyerek ulusal kanallarımıza boy gösteriyor (bakınız e-vergi safsatası!). Ama bilmiyor ki biz yok olursak kendi çıkarları için oynayacağı oyuncağı da elinden gidecek.
***
Eminim izlemeseniz de biliyorsunuzdur bir zamanların sevilen dizilerinden Avrupa Yakası’nda Burhan Altıntop karakterinin meşhur bir repliği vardı “aslında ben yoğum”. İşte bizim mesele tam da böyle. Konu stratejik çıkarlara, politik bilmem nelere geldiği zaman kktc devleti yavru vatan ölümsüz, konu sermayeye iliştiğinde ise aslında kktc yok.
Sanayi Holding dönemlerini düşününce görebiliriz ki aslında Kıbrıslı Türk halkı üretimden koparılarak yok edilmeye çalışıldı ama tamamen ortadan kalkmamız birilerinin işine gelmediğinden dolayı bir formülünü bulup kendi kulplarına uydurdular bizi ve kurdular kktc’yi.
***
Oysa başka bir dünya mümkün a dostlar! Bakınız Ovacık Belediye Başkanının ve oradaki örgütlü halkın yaptıklarına. “Türkiye’de bir Küba” diyorlar Tunceli’nin Ovacık ilçesine. Belki her şey değil ama otobüs bedava, su neredeyse bedava oldu oralarda. Yeri geldi engelliler evlerinden taksilerle alınıp istedikleri yere götürüldü, Belediye Başkanı ve tüm halk hep birlikte ilçenin bütün çöplerini topladı. Ve bugün dahası için örgütlü mücadelelerini daha da güzel bir dünya için halen sürdürmeye devam ediyorlar.
***
Peki örgütlü mücadelenin elbet zafere ulaşacağını bile bile ve hatta göre göre biz neden halen evlerimizde oturup olanlara seyirci kalalım? Neden bir Fatih Mehmet Maçoğlu ve Ovacık’taki örgütlü halk olamayalım? Bu duruma daha ne kadar göz yumacağız? Bağımsızlık için var oluş mücadelesi vermemizin artık elzem olduğu idrak etmemiz için daha başka ne yaşanması gerek? Halk olarak şunu bilmeliyiz ki kendi sağlığımızı kendimizin düşünmesinden başka çaremiz yok. Bu yüzden eğer örgütlenip yönetime karşı daha güçlü olursak sermayenin esiri olan hükümetlere karşı daha baskıcı bir mücadele yürütebileceğiz.
Zekiye Şentürkler
Baraka Aktivisti