Güneşi göremiyorum…
Hava kapalı…
Rüzgar bitkin bir yavaşlıkta esiyor…
Gönülsüzce bir yere giderken adımlarımın çıkardığı sesi çıkarıyor rüzgarın esintisi…
Gözümü daha sık kırpmaya çalışıyorum, gidip gelsin görüntü : rüzgarlı havada hafifçe sallanıyor zihnimin anteni…
Bir hıçkırık sesi duyuyorum yakınlarda…
Ayırd edemiyorum ama, etrafta çok fazla insan var…
Ağlamanın hıçkırığı mı bu, bünyenin kaldırabileceğinden fazla kahkaha atmanın mı…
Belki de sadece hıçkırık tutmuştur…
Bazen böyle olur zaten…
Bazen derin anlamlar yüklersin hayallerle bezenmiş…
Sonra da bunun sadece bir hıçkırık olduğunu fark edersin…
Zaten “her şey naylondandı o kadar”…
Rüzgarın adımları hızlanıyor…
İnsan hiçbir şeyi tamamen gönülsüzce yapamaz ne de olsa…
En istemediğine bile bir kulp takar, hızlandırır rüzgarı…
Rüzgar kış uykusundan uyanmaya hazırlanan bir yılan gibi tıslayacak birazdan…
Bazı rüzgarlar zararsızdır, bırakın essin…
Bazı rüzgarlar esince, hemen eve girmelisin…
Paltomun yakasını ensemin yukarısına doğru kaldırıyorum…
İzlerken sıkıldığım filmlerde hep böyle yaparlar çünkü…
Hıçkırık sesi netlik kazanıyor…
Kulaklarım hafifçe titreşiyor…
Üniformalı bir adam, rüzgara doğru sağ elini kaldırıp, avuç içini rüzgarın estiği yönün tersine bakacak şekilde açıp “dur” diye haykırıyor…
Daha doğrusu, ciğerlerinden esen rüzgarla üfürdüğü düdüğün sesi bu sadece…
Rüzgar durmuyor elbette…
Rüzgar durmamakla kalsa iyi; düdüğün sesini, yılanının sesine ekliyor rüzgar…
Tıslamak ve tiz bir sesle çığlık atmak arasında kararsız kalan bir ses, kulaklarımı titretiyor…
Kulaklarımı titretiyor hemen ardından patlayan silah sesi…
Üniformalı adam, rüzgara görev bilinciyle ateş açıyor…
Görev bilinci bazen ateş açmayı gerektirir…
Sabahın son saatlerinde patlayan bu silah sesinin yankısı, akşama kadar bir uğultu halinde sürüyor…
“Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar”…
İşaret parmağımı ve orta parmağımı birleştirip rüzgarın bileğine koyuyorum…
Ses yok…
Kulaklarım titriyor yine, aniden başlayan gök gürültüsüyle birlikte…
Kıpkırmızı bulutlar o kadar çabuk toplandılar ki gökyüzünde…
Kıpkırmızı bulutlar, gitmeyi çok istediğin bir yere geç kalmanın telaşıyla attığın hızlı adımların sesini çıkararak toplandılar gökyüzünde…
Kıpkırmızı bulutlardan, kıpkırmızı renkte yağmur damlaları düşüyordu…
Yağmur bastırınca, herkes sokaklardan kaçışmıştı…
Bir ben vardım oracıkta, bir üniformalı adam, bir de yere oturup sırtını sanki arkasında bir duvar varmışçasına boşluğa rahatça bırakıp bacaklarını öne upuzun uzatmış yarı ayyaş bir evsiz…
Her evsiz sokak insanı gibi kirli kıyafetler vardı üstünde…
Her evsiz sokak insanı gibi olmasa da, filmlerdeki her evsiz sokak insanında olduğu gibi bir şarap şişesi vardı elinde…
Hıçkırdı sonra…
Kulaklarım titremedi bu sefer…
Sadece hıçkırdı, ne hüzünle, ne neşeyle…
Şarap şişesini kaldırıp gökyüzüne tuttu…
Elindeki şişe, beyaz şarap şişesiydi…
Şişenin içi kırmızı kırmızı dolarken, bir kez daha hıçkırdı derinden…
Sonra aniden üniformalı adamı hatırladım…
Başımı döndürüp ona baktım…
Kırmızıya bulanmış üniformasına tiksintiyle bakıyordu…
Yine de görev bilincini kaybetmeden, evsiz şarapçıya doğru kararlı adımlarla yürümeye başladı…
Karşıki duvarın altındaki oluklar kırmızı kırmızı çağlıyordu…
Duvarın üstündeyse, hem çok eskiden, hem de henüz az önce yazılmış gibi duran bir dize vardı :
“Kan var bütün kelimelerin altında”…
Celal Özkızan
Baraka Kültür Merkezi aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.