Son zamanlarda, başta kamu emekçileri olmak üzere, genel olarak emekçiler üzerine bir saldırı var gerek sermaye çevrelerinden, gerekse onların medyadaki, yasamadaki ve yürütmedeki sözcülerinden…
Gerek KIB-TEK’in parça parça ya da tamemen özelleştirilmesine dönük çağrılar (ya da, özerkleştirilmeyip zarara uğratılarak özelleştirilmesinin yolunun açılmasına); gerek sermaye çevrelerinden, kamu emekçilerinin ücretlerinin -Göç Yasası’ndan sonra bile- daha da düşürülmesi, haklarının geriletilmesi, çalışma saatlerinin özeldeki acımasız çalışma saatleri ile uyumlulaştırılması (ve böylece özel sektör emekçilerinin ücretlerinin ve haklarının da geriletilmesinin yolunun açılması) yönündeki talepler ve gerekse de okulların açılmasıyla birlikte, başta öğretmen sendikaları olmak üzere kamudaki sendikalara yönelik topyekün saldırılar gündemimizde bu sıralar…
Tüm bu saldırıların üzerine oturduğu zemin şu : Kamuda çalışanlar keyif sürüyor, ayrıca kaynakların büyük bir kısmı kamu çalışanlarına ayrılıyor, böylece ekonomi verimsiz kalıyor, ayrıca emekçiler arasında da, kamu çalışanlarının lehine ve özelde çalışanların aleyhine olacak şekilde, eşitsizlik oluşuyor…
Böyle konuşanların tek dertleri, elbette ülkede güçlü sermaye sahibi bir avuç azınlığın zenginleşmesi ve emekçilerin ise yoksullukta eşitlenmesi; ne de olsa aynı anda hem emekçiler arasındaki eşitsizlikten söz edip, hem de kamu emekçilerinin kendi içinde eşitsizlik yaratan Göç Yasası’nı savunanlardan tutun da, kendisi özel sektörde patron olup da şirketinde emekçileri en acımasız koşullarda çalıştırdığı halde “özel sektör emekçileri bu haldeyken kamu çalışanları sefa sürüyor” diyenlere; kamuda iş yapmadan maaş çekenlerden bizzat yine iş yapan kamu çalışanlarının da rahatsız olmasına rağmen, bu iş yapmayanları denetlemekle görevli kamudaki müdürlerin ve onları atayan hükümet partilerinin, sırf “seçmenini küstürmemek” adına kendi yandaşlarına göz yummmasından tutun da, sanki memlekette üretimi Türkiye ile birlikte bitiren bizzat bu çevreler değilmiş ve memlekette faydalı istihdam alanları bırakmayan kendileri değilmiş gibi “iş yapmıyor bunlar” diyenlere (hatırlayınız, kamunun şişkin olmasının ardındaki en büyük sebep, ülkede başta üretim olmak üzere pek çok üretken/verimli istihdam alanlarının ortadan kaldırılmasıdır; yani kamu çalışanlarının alternatifi “daha faydalı işler” değil, işsizliktir)…
Uzun uzadıya bunlar tartışılmaya devam edilebilir ancak ben bu yazıda özel olarak “ekonomik verimsizliğin” ve “kaynakların ‘çarçur edilmesinin’” sebebinin kamu çalışanlarına yüklenilmesinin altında yatan mantığı sorgulayacağım…
***
Her ne kadar, hem bu yazının başlığında ve içeriğinde, hem de gündelik sohbetlerimizde “kamu” ve “devlet” kelimeleri eş anlamlı bir şekilde kullanılsa da, aslında bütün mesele, biraz da bu iki kavramın ayrımını anlamakta yatmaktadır…
Bugün, her kapitalist toplumda devlet, çeşitli biçimlerde de olsa en nihayetinde kapitalist bir devlettir. Bunun sebebi de şudur : Hem içinde bulunduğu toplumsal yapının kendisi kapitalist ilişkiler olduğundan, o toplumsal yapının bir parçası olan devlet de o ilişkilerden azade değildir; hem de kapitalist toplumların egemen sınıfı sermaye sınıfı olduğundan, bu sınıf ve onun çıkarları devlete daha çok nüfuz etmiştir…
Öte yandan “kamu” ise, her ne kadar “devlet” çağrışımı taşısa ve bu yönde de kullanılsa da, devletten farklı olarak, “halka ait olan” demektir. “Kamusal haklar”dan söz ederken (örneğin eğitim, sağlık, barınma gibi) ya da “kamunun çıkarı”ndan söz ederken, devletin haklarından ya da çıkarından değil, halkın haklarından ve çıkarından söz ederiz. Devlet sadece, bu hakları uygulamaya sokmada bir araçtır…
Ancak biliyoruz ki, devlet kendiliğinden “kamusal” olanın yanında değildir. İşte bu yüzden kamu eşittir devlet gibi bir denklemden söz edemiyoruz. Aksine, kapitalist devlet, ağırlıkla, sermayenin çıkarları için bir araçtır ve kamusal haklar, sermayenin aleyhine ve emeğin lehine haklar olduğundan, devlet çoğu zaman kamusal hakları budamaya bakar (neoliberalizm, bu budama harekatının en üst düzeyidir)…
Elbette bu kapitalist devlet, sabit bir şekilde sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet etmez. Bunun neden böyle olduğu, bu yazıya sığmayacak kadar uzun bi konu. Ancak şu söylenebilir ki, kapitalist devlet, sermaye sınıfının çıkarlarının ağırlıkta olduğu bir alan olmakla birlikte, aynı zamanda da sınıflar arasında bir mücadele alanıdır. Emekçiler, toplumsal bir güç haline geldikleri oranda, o devlet alanında kendi sözlerini uygulamaya koydurtabilirler, devletin dengesini kendileri lehine yerinden oynatabilirler…
Bugün sermaye çevrelerinin sesinin çok çıkmasına zemin hazırlayan ideolojik güç de tam burda yatmaktadır : Pek çoğumuzun zihinlerinde, devletin ve kamunun aynı şey olarak algılanmasında, bunun karşısında ise “özel sektör”ün olmasında…
Halbuki yukarıda anlatıldığı gibi, devlet zaten özel sektör patronlarını ve piyasa ilişkilerini daha da baskın kılmak ve emekçilerin haklarını geriletmek için vardır pek çok zaman; devlet, özel sektör ile el ele verip kamusal olana ve emekçilerin hakkına saldırıp durur…
***
Tüm bunlardan üç sonuca varabiliriz:
1- Zannedildiğinin aksine özel sektör patronlarının devlet ile (ve Kıbrıs örneğinde, kktc ile) bir dertleri yoktur. Devlet, özel sektördeki şirketlere idari ve mali kolaylıklar sağlar, onları sübvanse eder, yeri geldiğinde onların borçlarını öder veya siler, onlara “teşvik” adı altında kaynak aktarımı yapar, onlar adına emekçilerin haklarını ve ücretlerini geriletecek yasal düzenlemeler yapar… Kısacası sermayenin derdi “devlet” değil, “kamusal olan”dır; çünkü devletten en çok sermaye ve özel sektör beslenmektedir. Bugüne kadar sermaye çevrelerinin, bu ucube kktc devletinin çarpık yapısına dair şikayet ettikleri tek bir şey duydunuz mu ? Varsa yoksa, özelleştirmeyi, emekçilerin haklarının ve ücretlerinin geriletilmesini talep eden çağrılarda bulunmaktadırlar. Ülkenin birçok sorunu umurlarında bile değildir, çünkü bizim “sorun” olarak gördüğümüz şeyler, onların zenginliğinin ve gücünün kaynağıdır.
2- Ekonominin gelişmesi demek, ekonomik büyüme demektir. Sanıldığının aksine, özel sektörün kuvvetlenmesi ve sermayenin zenginleşmesi, illa ki beraberinde büyümeyi getirmez. Emekçi haklarının en çok geriletildiği, sermayenin çok güçlenip zenginleştiği ve gelir eşitsizliğinin muazzam boyutlarda olduğu neoliberal çağda, gerek gelişmiş devletlerin, gerekse de dünyanın genel büyüme hızı ortalaması, neoliberalizm öncesi ‘refah dönemi’ diye adlandırılan (ve emekçi hakları ile ücretlerinin görece gelişmiş olduğu) dönemin neredeyse çeyreği kadardır. Bunun sebebi ise şudur : Ekonomik büyüme, üretim ile ilgilidir. Sermaye ise, kâr peşindedir. Bu kârı üretim alanında görürse, oraya yönelir; ama eğer verimsiz, büyümeye yaramayan ve toplumsal faydası olmayan alanlarda da görürse, hiç gözünü kırpmadan bu sefer de bu alanlara yönelir, tıpkı son 30 yıldır yoğunlukla yaptığı gibi. Neoliberal dönemde, üretim değil, ucuza alıp pahalıya satan (yani değer yaratmayan) ticaret ile finansallaşma baskın haldedir. Bu da ekonomik büyümeyi yavaşlatmış, sadece zenginleri daha zengin yapmıştır. Kıbrıs’ın kuzeyine de baktığımızda, ekonomik büyüme için gerekli olan, sermayenin üretken işlere yatırılması durumu, yoktur. Bizde baskın sermaye türü, değer yaratmayan, ucuza alıp pahalıya satan ticarettir, bankacılıktır (finsansal işler). Üretimin bitirilmesine destek veren de bizzat bu tüccar odaklardı zamanında. Yani sermaye çevrelerinin dertleri, “ekonominin gelişmesi” değil, kendi zenginliklerinin büyümesidir; tek dertleri, maliyetleri azaltmak, emekçiyi daha çok sömürmek, zaten çoğunluğu kendilerine akan devlet kaynaklarının daha büyük oranda kendilerine akması ve kamusal harcamalara ve emekçilere ayrılan kaynakların daha da azaltılmasıdır.
3- Kamusal haklara sahip çıkmak demek, “devlet”e sahip çıkmak demek değildir; devlet bu yolda sadece bir araçtır. O yüzden bizler, devletin çarpık uygulamalarını değil, kamusal olanı savunuyoruz. Doğrudan devletin çarpık uygulamalarından beslenen sermaye çevreleri ve onların sözcüleri ise, sanki durum bunun tam tersiymiş gibi davranmaktalar. Elbette sendikalar eleştirilmelidir; sadece zümresel çıkarlar peşinde koştuklarında, toplumsal açılımlar yapamadıklarında, kendi içlerinde iyi bir denetime sahip olmadıklarında (kendi üyelerinden hesap sorma) ya da meşruiyet arama dertleri olmadığında… Ancak sermaye kafamıza bombalar yağdırmak isterken buna ses çıkarmayıp, sendikaların attığı taş yüzünden “kafam yarıldı” diye ağlayanların derdi başkadır.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu