İş kazalarına yönelik toplumsal duyarlılığın son yıllarda artmakta olduğu bir gerçek. Tabii bu duyarlılık artışında ölümlü iş kazalarının sürekli olarak çoğalmasının rolü de inkar edilemez. Özellikle Soma, bu noktada neredeyse bir milat niteliğinde…
İş kazaları artıyor, sadece ölümlü kazalar değil, yaralanma ve sakatlanma ile sonuçlanan kazalar da artıyor… Peki neden?
***
Ülkemizde yürürlükte olan yasal mevzuatta “iş kazası” iki farklı yasada aynı cümlelerle tanımlanıyor… 22/1992 sayılı İş Yasası ve 35/2008 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası “iş kazası”nı şöyle tarif ediyor:
“İş kazası, bir iş yerinde veya iş gereği olarak işyeri dışında veya işyerine gidiş gelişlerde meydana gelen ve bağımsız olarak veya bir işverene bağlı olarak çalışan hemen veya sonradan bedence veya ruhça arızaya uğratan beklenmedik, planlanmamış ve istenmeyen bir olayı anlatır. Bu yasa amaçları bakımından çalışanların, işverenin emri ile başka bir yere gönderildikleri durumlarda ve kadın çalışanların emzirme izni sırasında iş yerinde veya bu izni kullanırken işyerine gidiş-gelişlerde meydana gelen kazalar da iş kazası sayılır.”
Yasa’nın kaza ile ilgili tanımı net: ister işyerinde ister işyeri dışında olsun, ister hemen ister sonradan sonuçları görülsün; çalışanları zarar veren her tür olay iş kazası sayılmaktadır. Böyle bir olayın kaza sayılabilmesi için Yasa’nın öngördüğü kritik nokta ise “beklenmedik, planlanmamış ve istenmeyen bir olay” olmasıdır.
Ancak iş kazasını aynı cümlelerle tarif eden bu iki Yasa’da ilk bakışta dikkat çekmeyen ilginç de bir farklılık var…
1992 yılında yapılan İş Yasası’nın Altıncı Kısmı, yani 54. Madde ile başlayan bölümünün ismi “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği”dir. Oysa 2008 yılında yapılan yasanın adı “İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası”dır… 1992 yılında iş kazalarında “İşçiler”in korunması temelli bir yaklaşım ön plandayken, 2008 yılında “İşçi Sağlığı” değil “İş Sağlığı”ndan söz edilmeye başlanmıştır. Her ne kadar 35/2008 sayılı yasa içerisinde birçok olumluluklar barındırsa da “felsefesi” bakımından “işçileri” güçlendirmeye değil, “işverenleri” ikna etmeye meyletmektedir. Gene de bu hali ile dahi uygulanmamayan bir yasa olması şaşırtıcı değildir, çünkü “işverenler” gerçek çıkarlarının ne olduğunu çok iyi bilmektedirler, hem de yüzlerce yıldır…
***
İş kazalarının sosyal bir fenomen olarak kabul edilmeye başlanması “sanayi devrimi” ile birlike ortaya çıktı. Olumsuz koşullarda çalışan işçi sınıfının, işsizken açlık çalışırken de kaza tehdidi altında kıvranması, “vicdanlı” bireyler tarafından “üzücü” bulunuyordu. Oysa patronlara göre her iki durum da “işçilerin kendi kabahati”ydi…
Eğer bir işçi işsizse, “ya tembel ya da beceriksiz”di!..
Ve eğer bir kaza olmuşsa; “bu işçinin kendi dikkatsizliğinin sonucu”ydu! Önlem almak “gereksiz bir maliyet, serbest piyasa ekonomisinin işleyişine bir müdahale” idi! İşçiler “daha dikkatli olsa, kazalar da olmaz”dı!
“Vicdanlı bireyler”, ki o tarihlerde kendilerine “liberal” diyorlardı hala da öyle diyorlar, patronları ikna etmek için, dinsel metinlerden felsefi söylemlere, sanattan bilime kadar her yöntemi denediler… Ancak patronlar ikna olmuyordu! Hiçbir zaman ve hiçbir yerde de ikna olmadılar…
Çünkü patronlar çok iyi biliyorlardı ki; kazandıkları para, işçilerin emeğinden çalınmış, zorla alınmış, gasb edilmiş bir ganimetti. Ve her zalimin bildiği gibi, en ufak bir geri adım her şeyin sonu olabilirdi… İşçi ölümleri, sakatlıkları ve kaza sonucu işsiz kalmaları ise bu kavganın olağan bir sonucuydu!
İş kazalarının yasal mevzuata girmesi, kazada patronların da sorumluluğu olduğunun kabul edilmesi ve giderek esas ve asıl sorumlunun patronlar olduğunun kaydedilmesi, “liberallerin” ikna girişimleri ile değil; işçilerin, sendikacıların ve sosyalistlerin bedeller ödenen mücadelesi ile başarılmıştır…
Genelde sanılır ki; “sınıf mücadelesi” sosyalistlerin patronlara karşı savaş ilanıdır… Bunun ne kadar yanlış olduğu “iş kazalarının tarihi” incelendiğinde rahatlıkla görülebilir… Sınıf mücadelesi, işçilerin veya sosyalistlerin bir çağrısı değildir. Tam aksine patronların günlük bir aktivitesidir. Sınıf mücadelesini başlatan ve işçilerden bu mücadele yoluyla azami kar elde etmek için de sürdüren patronlardır… Bu mücadelenin ilk mağdurları da eylemlerde, grevlerde öldürülen işçiler değil, iş kazalarında canını, bedeninin çeşitli parçalarını yitiren işçilerdir. Sosyalistlerin, sendikacıların ve işçilern yaptığı ise sadece patronların saldırısına yanıt vermekten ibarettir…
***
Bugün bizim ülkemizdeki yasalarda dahi bir iş kazasında işverenin sorumlu olduğu net bir şekilde yazmaktadır. Patronlar bunu hala kabul etmiyorlar, hiçbir zaman da etmeyeceklerdir. Böyle bir şeyi kabul etmek, onların varoluş koşullarına terstir. Ancak bakın 35/2008 sayılı yasa 5. maddesinde ne demektedir:
“(1) İşveren, işle ilgili her konuda çalışanların sağlığını ve güvenliğini korumakla yükümlüdür.
(2) İşverenin iş sağlığı ve güvenliği konusunda işyeri dışındaki uzaman kişi veya kuruluşlardan hizmet alması bu konudaki sorumluluğğunu ortadan kaldırmaz.
(3) Çalışanların iş sağlığı ve güvenliği konusundaki yükümlülükleri, işvverenin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.”
Eğer ruhsal bir sorunu yoksa, hiç kimse kendi kendine zarar vermek, canından olmak veya sakat kalmak istemez. Her canlı, yaşamını devam ettirmek ve sağlıklı bir şekilde hayatta kalmak ister. Bu yüzden de; bir iş yerinde meydana gelen her kazadan, gerekli önlemi almayan, koruyucu temin etmeyen, kazalarla ilgili olasılıkları hesaplamayan, çalışanlara eğitim vermeyen, çalışanların iş ile ilgili görüşlerini dikkate almayan, önlemleri maliyet olarak görüp bundan çıkar sağlayan, emekçileri hızlı çalıştıran, yeterli haftasonu izni, resmi tatil ve yıllık ücretli izin kullandırmayan, hastalık izinlerini ve hatta tuvalette geçirdiği vakitleri dahi malliyet olarak gören ve çalışanların örgütlenmesine engel olan patronlar sorumludur…
Bu durumu durdurmanın, tersine çevirmenin tek yolu da “işçilerin kendi örgütleri”dir. Bu örgütler de sendikalardır…
***
Patronların “iş kazalarındanki” sorumluluğunun kabul edilmesi ve bu sorumluluğun yasalara yazılması, ikna süreçleri ile değil, dişe diş bir mücadele ile kazanılmıştır. Bu mücadelede işçi sınıfı çok kayıplar vermiştir; patronlar “medyayı”, “devleti” ve onun her türlü silahlı, silahsız gücünü bu mücadelede işçilerin karşısında dikmiştir. Emekçilerin yanında ise sadece sosyalistler ve sendikalar vardı, hala da öyle… Ancak mücadele sonucunda kazanılan “asgari güvenlik koşulları” sayesinde bu kayıplardan çok daha fazla emekçinin canı ve sağlığı korunmuştur, korunmaktadır…
1980’li yıllardan itibaren, düşmekte olan kar oranlarını yeniden yükseltmek için yeni bir saldırı dalgası başlatan patronlar, dünyanın her yerinde “neo-liberal” politikaları dizginsizce uygulamaktadır. İş kazalarındaki son zamanlardaki artışın sebebi de bu yeni saldırı dalgasıdır… Kar oranlarındaki artış ile iş kazalarındaki artışı karşılaştırın, açıkça paralel olduklarını göreceksiniz… Sermaye, kandan beslenir…
Geçmiş yıllarda elde edilen kazanımları korumanın, yasalarda yazanı uygulamanın tek yolu ise bu saldırı dalgasının karşısına emekçilerin “öz savunma gücü” ile yani sendikalarla çıkmaktır…
İşte bu yüzden iş kazalarına “üzülmek” yerine, özel sektör çalışanlarının “sendikasız çalıştırılmasına hayır” demek gerekiyor.
İşte bu yüzden “sendikasız çalıştırılmak yasaklanmalıdır.”
İşte bu yüzden sendikanın olmadığı bir iş yerinde gerçekleşen kaza, “beklenmedik, planlanmamış ve istenmeyen bir olay” değil, patronlar tarafından taammüden gerçekleştirilmiş bir cinayettir!
Münür Rahvancıoğlu
[email protected]
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.