HUKUKSAL BİR KAZANIMIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ* – NAZEN ŞANSAL

 

Onuruyla yaşamak isteyen, var kalma mücadelesi veren Kıbrıslı Türkler için Tayyip Erdoğan’ı protesto etmek önemli sembolik anlamlar taşımaktadır. İşgal  sonrası yaratılan nisbi refah dönemi artık sona ermiş, 1974’ten bu yana Ankara’dan dayatılıan ve buradaki hükümetler eliyle uygulanan üretimden koparma, hafızasızlaştırma ve asimilasyon politikalarının sosyo-ekonomik ve kültürel en vahim sonuçları bir halkın tüm yaşam biçiminde önemli gedikler yaratmıştır. Son yıllarda ise AKP dönemiyle cisimleşen neoliberal politikalar ile aynı projenin parçası olan dini gericilik, geleceğini bu topraklarda arayan insanlar için bugünü dahi yaşanılmaz kılmaya başlamıştır. Öte yandan kendi ülkesinde, -yaşamları pahasına direnenler olmakla birlikte- bir korku ve tevekkül “cumhuriyeti” yaratan Erdoğan’ın, “beslemeler” diyarında görünür bir tepkiyle karşılanması, egemenler ve onların emrindeki kolluk güçleri için tahammül edilemezdir, başarısızlık ve utanç kaynağıdır.

İşte bu saiklerle yaşanan 2011 yılının 19 Temmuz’u, hafızalardan silinmeyecek izler bırakmıştı… Dönemin TC Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs’ın kuzeyini ziyareti sırasında, neredeyse olağanüstü hal ilan edilmiş, batırılan Kıbrıs Türk Hava Yolları binası önünde protesto yapmak isteyen eylemciler polis tarafından saldırıya uğrayarak dövülmüş, tutuklanmıştı. Ardından eylemcilere, polisi darp etme ve görevinden men etme gibi suçlamalarla davalar açılmış ve yargılananların bir eylem modeli olarak devam ettiği davalar boyunca, polisin ve savcılığın birbirinden ilginç hatta mizahi boyutlardaki iddiaları kamuoyunun gündemi olmuştu. İddia makamı açısından hukuksal gaflet ve dalalet hallerinin had sahfada yaşandığı dava niyhayet sonuçlandı. Ve kazanan sadece yargılanan eylemciler değil, başta toplantı ve gösteri yapma hakkı ve ifade özgürlüğü olmak üzere insan hak ve özgürlükleri oldu. Keza bu karar, kamusal ve özel alanda, son tahlilde güçlünün -devletin ve sermayenin- yanında olan mevcut hukuk sistemini ve hantallığından dolayı haklıya hakkını teslim etmekten aciz olan yargıyı farklı bir perspektiften tartışma olanağını da sundu.

Mahkeme kararında öncelikle, Anayasa’da yer alan “önceden izin almaksızın silahsız ve saldırısız toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı” vurgulanırken, İngiliz sömürge döneminden kalan “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası”nda, eylem yapmayı izne bağlayan kuralların uygulanmasının mümkün olmadığı da belirtildi. Böylelikle uzun yıllardır, demokratik kitle örgütleri tarafından devlete dayatılan, sokağın bu pratik kazanımı yargı eliyle de tescillenmiş oldu. Ayrıca bu bakış açısı, “çağdaş”lık iddiasındaki yasa koyucuya, burjuva demokrasisinin bile gerisinde kalan sömürge mantığındaki pek çok yasayı yeniden düzenleme yükümlülüğü de getirmekte.

Eylemcilerin polisi darp ve görevinden men etme suçunu işleyip işlemediklerini değerlendirirken, polisin o anda yasal görevini yapıp yapmadığı zemini üzerine basan mahkeme, nihayetinde polisin “müdahale yapıldığı esnada yasal yetki ve görevleri çerçevesinde hareket etmediğine” karar vermiş bulunuyor. Ve karar metni, bu sonuca giden yolda ilerlerken, polise, eylemlerdeki görev ve yetkilerinin ne olduğu, pankartlara müdahale edip edemeyeceği, karşıt grupların varlığı veya şiddet hareketlerinin olması durumunda takınması gereken tavır, tahkikat esnasında yapması gerekenler, hatta mahkemede şahadet verirken tutarsız davranması halinde sözüne itibar edilmeyeceği konularında önemli hukuk dersleri vermekte.

Bu karardan sonra biliyoruz ki; polisin görevi toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde nizam ve asayişi sağlamaktır. Ancak bu görev, toplantı ve gösteriye karşı pasif şekilde  seyirci kalmak değildir. Eylemin gerçekleşebilmesi, toplantı ve gösteri özgürlüğünün fiilen kullanılabilmesi için gereken önlemleri almak gibi pozitif mükellefiyetleri içerir. Dolayısıyla eylemlerde önümüze barikatlar kuran, etrafımızı çevreleyen, yüzü bize dönük olarak karşımıza dikilen polis aslında bize değil çevreye dönmelidir yüzünü. Çünkü eylemcileri ve Anayasal haklarını korumaktır asıl vazifesi.

Pankartlarını almak üzere eylemcilere saldıran polisi aklamak niyetiyle ortaya atılan en yaratıcı iddia, eylemlerde kullanılacak pankartlar için belediyenin reklam bölümünden izin alınması gerektiği hususu olmuştu. Hukuk camiası kadar mizah çevrelerinin de ilgisine mazhar olan bu iddia zaten daha yargılama aşamasında çürütülmüş ve mahkamenin kararında “Pankartın izinsiz açıldığı için gayrı yasal olduğu, pankartın suç teşkil ettiği ve bu sebepten ötürü müdahale gerektirdiğinin kabul edilmesi yasal mevzuat çerçevesinde mümkün değildir.”, “Gösteri ve yürüyüşlerde açılan pankartlar için önceden izin alınması gerektiği iddiasınin yasal bir zemini yoktur.” denmiştir. Polis, devletin varlığının bekçisi, devlete ait fikirlerin kolluk gücüdür, gerektiğinde egemen ideolojinin en şiddetli zor ve baskı aracıdır. Polisin eylemcilere saldırması, gaz kapsülleri gibi kimyasal silahlarla, tomalarla insan hak ve özgürlüklerini talan etmesi, haksız yere tutuklama ve işkence yapması, henüz yerlisi değillsek bile yabancısı da olmadığımız olgulardır. Ülkemizde halen daha hak ve adaletle ilişkilendirilen yargı ve onun önemli bir parçası olan savcılık ise polisin olumlu veya olumsuz misyonunun bir uzantısı olmak dışında seçeneklere sahiptir. Hukuk bilimi çerçevesinde ve vicdani kanaatlerine göre davaları ileri götürüp götürmemek, daha da önemlisi polisi hukuk normlarına ve insan haklarına uymaya zorlamak savcılığın elindedir. Bu davada ise tam tersi gerçekleşmiş; savcılık polisin yarattığı şiddet, yalan, haksızlık ve hukuksuzluk çemberine sıkışıp kalmıştır. Eylemlerde kullanılacak pankartlar için belediyenin reklam bölümünden izin alınması gerektiği iddiası, dar alanda kısa paslaşmalar yapan savcılık ile polisin içinde bulunduğu vehameti gözler önüne sermeye yeterlidir.

Yine bu karardan sonra biliyoruz ki; Polis, karşıt bir grubun varlığı ve iki grubun çatışmasını önlemek gibi bahanelerle eylem yapma özgürlüğünü ortadan kaldıramayacaktır. “Bir gösteri sırasında iki karşıt görüşteki grup arasındaki muhtemel gerginlik ve atışma her zaman gösterinin engellenmesini haklı kılsa idi, toplum farklı görüşleri duymaktan mahrum olurdu. Diğer taraftan devlet 11. madde tahtında (İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesi) yasal bir gösterinin karşıt göstericilerden korunması için pozitif adımlar atmakla mükelleftir.” Bir eylemle sokakta görüşünü ifade etmek sadece çoğunluk grupların veya kimseyi tedirgin etmeyen söylemleri içeren kesimlerin tekelinde de değildir. Bilakis hukuk devleti olma iddiasındaki devlet ve onun polisi, ifade özgürlüğünden bahsetmek istiyorsa, abartılı ve tahrik edici eylemlere de tahalmmül etmek hatta eylemcileri korumak zorundadır. “İfade özgürlüğü sadece tarafsız veya saldırgan olmadığı telakki edilen fikir ve bilgileri değil, aynı zamanda toplumu rahatsız eden, endişelendiren veya şok eden ifadeleri de koruma altına alır. Bu koruma demokratik bir toplumun onsuz olmaz koşulları olan çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekliliğidir.” “Bir pankartın içeriğinin tahrik edici ve bazılarını rahatsız edici nitelikte olması … tek başına müdahaleyi yetkili kılmaz. Toplantı ve gösteri yapma özgürlükleri belirli bir ölçüde abartmayı, hatta tahrik etmeyi kapsamaktadır.”

Kendi içinde dahi hakkaniyeti sağlayamayan, hizmete alınmadan terfilere kadar her adımda sorunların yaşandığı Polis teşkilatının son zamanarlarda çizdiği tablo oldukça trajik. Bir zamanların Türkiye’sinin, “polis düşman polisler kardeş” sloganı belki yakın geçmişe kadar bizim küçük ülkemizde geçerli idi. Hepimizin ailesinde, mahalle veya arkadaş çevresinde sevdiği, saydığı hatta bazen işinin düştüğü iyi bir polis vardı. Oysa bugün polis teşkilatının adı, işkence ve “intihar”larla, şiddete uğrayan kadınların aşağılanmasıyla, uyuşturucu ve insan ticaretiyle, halktan çalınan paraların bulunamamasıyla anılmakta. Teşkilattaki bu kirlenme ne ilginçtir ki neoliberal döneme denk gelmekte. Tıpkı gericiliğin, neoliberalizm paketinin eşantiyonu şeklinde yanında gelmesi gibi hiç de tesadüfü olmayan bu durum, halk ayaklanmalarını, TC ve işbirlikçilerinin planlarını bozacak eylemlilikleri bastırmak üzerine inşa edilmekte. İşte bu inşaat dağınıklığında neyi nasıl yapacağını tam bilemeyen polisimiz, yazıya konu olan davanın tahkikatını neredeyse el yordamıyla bile yapmamış. Mahkeme kararından görülen o ki; olay mahalinde bulunmayan bir polisin de darp edildiği ve görevinden men edildiği şeklinde dava okunmuş. 20 saat eylemcileri özgürlüğünden mahrum bırakan trahkikat memuru, darp edildiği iddia edilen ve tutuklamayı yapan polislerden hiç bir ifade almamış. Onlarca kamera görüntüsünün hiç biri izlenmemiş, suçlama getirilen pankarttaki slogan bile bile davada yanlış yazılmış.  Darp izleriyle ilgili iddialar ile tıbbi bulgular ve görgü tanıklarının söyledikleri birbirini tutmamakta. Ve daha da vahimi, alt düzey memurların içine düştüğü bu gaflet, en üst düzey polis mensuplarının da mahkemedeki şahadetindeki tutarsızlıkta görülmekte. “Tanık Polis Genel Müdürü birinci yardımcısı Pervin Gürler ve Polis Müdü Muavini Ali Adalıer’in, karşı grubun mevcudiyeti ve o esnada oluşturduğu tehlike ile ilgili şahadeti birbirini teyit eder nitelikte değildir.”

Sonuç olarak, 19 Temmuz davası olarak anılan davanın kararı, “hukuk devleti” karşısında “polis devleti”ni hezimete uğratırken, halkın hak ve özgürlükleri anlamında önemli bir kazanım olarak direnenlerin hanesine yazılmış durumdadır.

Özünde egemen sınıfın yasallaştırılmış iradesi olan hukuk, toplumsal mücadelelerin gelişmine bağlı olarak şekil alabilmekte ve ezilenlerin de işine yarayabilmektedir. Bu nedenle, dünyanın hukuksal kavramlaştırılması yanılgısına düşmeksizin sınıfsal ve siyasal mücadelede hukukun rolü yadsınmamalıdır.

 

Not: İtalik bölümler 6601/2012 sayılı Lefkoşa Kaza Mahkemesi kararından alıntı yapılmıştır.

*Bu yazı ilk olarak 20 Eylül 2014 tarihli Gaile dergisinde yayınlanmıştır.

Nazen Şansal – Baraka Kültür Merkezi aktivisti

 

 

Be the first to comment

Leave a Reply