Girne bölgesinde yaşanan su baskınları sonrası; olanların toplum olarak hepimizin suçu olduğu, bir suçlu bulup onu kötülemekle bu yaşananların önüne geçemeyeceğimiz, teker teker her bireyin bu çarpık yapının oluşmasında pay sahibi olduğu ve kendi kendimize yönelik özeleştiri yapmadan benzer olayların yaşanmaya devam edeceğine dair yaygın bir fikirle karşılaştık…
Buna göre; dere yataklarına yapılan evlerde oturan, bu evlere göz yuman belediyeyi destekleyen, doğa yıkımı yaşanırken günlük hayatını devam ettiren, mevcut çarpık yapıyı beslemekte olan gelmiş geçmiş tüm hükümetlere oy veren ve hatta yeterince tepki göstermeyerek yaşananlara sessiz kalan herkes, yani aslında hepimiz yaşananların müsebbibiydik! Hiçkimsenin bir başkasını veya hiçbir siyasi yapının bir başka siyasi yapıyı eleştirmeye hakkı yoktu!
Hiçbir siyasi yapı ile alakası olmayanlarımız da suçlu olmaktan kurtulamıyordu, çünkü onlar da en azından mevcut partilerin yıllardan beridir seçilmekte olmasından dolayı kabahatliydi. Bu süreçte, “Bu hükümetleri biz seçtik”, “Hepimiz suçluyuz”, “Bizim de payımız var” gibi cümleler en çok duyulan söz kalıpları oldu…
***
Buna çok benzer bir yaklaşım, Girne Dağ Yolu’nda yaşanan cinayet nitelikli kaza sonrasında da kendini göstermişti. Sadece mevcut hükümet değil, yıllardan beridir o yola hiçbir yatırım yapmayan gelmiş geçmiş tüm hükümetler suçluydu, o hükümetleri seçen bizler suçluyduk, trafik güvenliği konusunu yeterince önemsemeyen, saatlerle ilgili düzenleme yapılırken sessiz kalan, aşırı kar hırsı ile hareket eden taş ocakları sermayesine göz yuman herkes ama herkes suçluydu!
Belli bir noktadan sonra, bu argüman UBP-DP hükümetinin yetkililerince bile dile getirildi ve kendilerinin henüz sadece 6-7 aylık bir hükümet oldukları, yaşananların kendilerinden önceye dayanan bir mazisi olduğu gibi noktalar üzerinden “tek biz suçlu değiliz” mesajı verildi…
Yaşanan sıkıntılara dair bu genel toplumsal mutabakat eğilimi, neredeyse her konuya uyarlanabilir bir yapıya sahip: Özel sektörde kölelik koşullarında çalışan insanların yaşadıklarından hepimiz sorumluyuz, asgari ücretin yıllardır artmamasından hepimiz sorumluyuz, zamlardan, adaletsizliklerden, eğitim ve sağlıktaki çarpıklıklardan ve aklınıza gelebilecek her türlü yanlışlıktan hepimiz sorumluyuz!
Peki gerçekten öyle mi?
***
“Hepimiz suçluyuz” şeklinde özetlenebilecek bu argümanın en güçlü yanı; bir taraftan samimi bir özeleştiri tonu taşırken, diğer yandan içinde gerçekliğin bir kısmını barındırıyor olmasından kaynaklanıyor.
Bir toplumsal doku içerisinde yozlaşma ve çürüme başat dinamik haline geldiğinde; toplumun içindeki hiçbir kurum ve birey şöyle veya böyle bundan etkilenmeden kalamaz. Tüm yaşananlara büyük bir tepki besleyerek sadece ahlaki sebeplerden kendini toplumun dışına çıkaran bireyler bile buna dahildir. Çünkü onlar da yozlaşmaya karşı mücadele etmek yerine, kolay yolu yani kaçmayı tercih etmiştirler. Kısacası gerçekten de yaşananlarda herkesin bir payı vardır.
“Hepimiz suçluyuz” diyenler de, bu paya işaret ederek; hem gerçeğin bu kısmını ifade etmiş olurlar hem de “hepimiz” sözünün kapsamına kendilerini de aldıkları için, bir tür özeleştiri yapmış olurlar. Herkesin duyarsız, umursuz, kaygısız olarak göründüğü bir yapıda, “hepimiz suçluyuz” diyen birisi, kendini ve toplumu eşit derecede eleştirerek, samimi bir fark yaratmış olur…
Peki, herkes “hepimiz suçluyuz” dediği halde yaşananlar tüm hızıyla devam ediyorsa ne olur?
Bana öyle geliyor ki, “hepimiz suçluyuz” sözü böyle bir durumda, yozlaşmaya karşı mücadele edilmiyor olmasının mazereti haline gelmeye başlar…
***
Eğer herkes suçluysa, kimin daha az kimin daha çok suçlu olduğunun çok büyük bir önemi yoktur. Eğer herkes suçluysa, belirli birilerinin bundan dolayı hesap vermesini talep etmek ve birilerini hedef göstermek ikiyüzlülüktür. Eğer herkes suçluysa, hesap soracak birisi de yoktur…
“Hepimiz suçluyuz”cu söylemin önerdiği ve en az bu söylem kadar onay gören çözüm yolu birkaç kelime ile özetlenebilir: “Kafalar değişirse her şey değişir!”
Buna göre, lise öğrencisinden başbakana kadar her bireyin yapması gereken, ilkesel, fikirsel, düşünsel düzeydeki yanlışından vazgeçip; bakış açısını değiştirmektir…
Ancak, gerek “hepimizin suçlu” olduğuna dair yaygın kabul gören argümana gerekse de “kafalar değişmeli” çözümüne hiçbir itiraz gelmezken, hayat daha da kötüleşerek yaşanmaya devam ediyor… Kafalar değişirse her şey değişecektir, ama kafalar nasıl değişecektir?
Böylece geriye yapılacak tek bir şey kalıyor; “hepimizin suçlu” olduğunu tekrarlarken, “yeni”, “temiz”, “kirlenmemiş” ve bu yaşananlardan dolayı suçlu olmayan birilerinin bizi kurtarmasını beklemek…
Böyle birisi olmadığı için de burada belirleyici edim, “beklemek” fiilidir ki beklediğimiz süre boyunca yaşananların yaşanmaya devam edeceği aşikardır. Gerçek pratik “beklemek” olduğu halde, bilinç düzeyinde yaratılan yapay bir tatmin olarak “hepimiz suçluyuz” söylemi, kafaları değiştirici pratik mertebesine yükseltilir. Böylece, aslında hiçbir şey yapılmadığı halde, bir şey yapılıyormuş hissi ile sağaltım sağlanır…
Onyıllardır, yaşanan her olayda daha da şiddetlenerek tekrarlanan “hepimiz suçluyuz” söylemine ve hemen her alanda artarak devam eden olumsuzluklara bakarsanız; yaşadığıklarımızın tam da bu doğrultuda ilerlediğini göreceksiniz.
Asgari ücret, özel sektördeki koşullar, iş cinayetlerindeki artış, dere yataklarına yapılan inşaatlar, trafikteki ölümler, oyulan dağlar, yozlaşan devlet, bozulan eğitim ve sağlık sistemi, yoksullaşma, işsizlik gibi konularda hepimizin suçlu olduğunu yıllardır söylüyoruz. Ve sayılanlar da dahil hiçbir konuda yaşamımızın daha iyiye gitmediği açık…
Peki, bu kısır döngüden çıkış için hiçbir yol yok mu?
***
Çürüme ve yozlaşmanın başat dinamik haline geldiği bir toplumsal yapıda, temiz ve tümüyle arınmış özneler bulmak mümkün olmadığı için; “hepimiz suçluyuz” söylemi, “her şeyi kökünden temizlemek için toplu intihar çağrısını” ima etmediği sürece manasızdır; “güneş doğudan doğar” demek kadar doğru olmasına rağmen, aynı derecede bağlamsız ve alakasızdır…
Çok genel bir bağlamda “hepimizin suçlu” olması; gayet belirli bir olay için belirli kişilerin, belirli kurumların sorumluluğunu somut olarak ifade edemeyeceğimiz, hesap soramayacağımız anlamına gelmiyor.
Çarpık yapılaşma, doğa katliamı, derelerin önünün beton binalarla kesilmesi, plansızlık ve sermayenin kar hırsına tüm toplumu teslim eden bir düzende; yaşanan trajedilerden çıkar sağlayanlar bellidir. “Hepimiz suçluyuz” şeklindeki muğlak yaklaşımlar ise, sadece bu çıkar odaklarının aramıza gizlenmesine hizmet etmektedir.
Münür Rahvancıoğlu
Baraka Aktivisti