Kimi günler çok kötü haberler alıyoruz. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan herkes “tek yumruk” oluyor; aldığımız bu kötü haberin acısını paylaşıyoruz. Son birkaç yıldır kktc’de yaşanan felaketlere şöyle bir göz atayım dedim.
Daha çok taze yaşadığımız orman yangınlarından tutun da altyapı sorunu kaynaklı trafik kazalarına, plajlara çekilen peşkeşten içerisinde çocukların eğitim gördüğü binaların en ufak bir doğal afet karşısındaki dayanaksızlığına, korona virüsü karşısında zamanında alınmayan önlemlerden tutun da iş güvencesiz çalıştırılan emekçilere, adamızın dört bir yanında yaşanan ekolojik talanlardan hemen yanıbaşımızda inşa edilen nükleer santrale, küçük bir elektrik kesintisi yaşandığında dahi verdiği hizmetleri durdurmak zorunda kalan devlet hastahanemizden şiddet gören kadın ve çocuklara ve son yaşanan yangında olduğu gibi can kaybı yok açıklamlarının kurbanı olan ağaçlara, hayvanlara değin pek çok haberi bir çırpıda okudum.
Kuşkusuz ki bu bu felaketlerin hepsinin ayrı bir acısı, ayrı bir travması var. Yine kuşkusuz ki bireysel alınabilecek önlemler bu tip felaketlerin önlenmesinde rol oynayabiliyor. Hemen ardından aklıma şu düştü. Peki bireysel önlemlerin alınmadığı ya da alındığı halde yetersiz kaldığı durumlarda tüm bu yaşanan felaketler ve acı sonuçları bizlere müstahak mıdır? Devlet hastahanesinin yetersiz altyapısına fon ayırmayıp özel klinik sahipleri sermayedarların ekonomik çıkarları söz konusu olduğunda her türlü yardım ve yaltaklığı gerçekleştiren gelmiş geçmiş tüm hükümetler söz konusu devlet hastahanemiz olduğunda halka sms göndererek para dileniyor. Korona virüsü süresince karantina merkezi olarak kullanılan otellerin kamulaştırılması tercih edilmezken aynı dönemde kamu çalışanlarının maaşlarından bir dizi kesinti yapılıyor. Girne Dağ Yolu’nda yaşanan kaza görünümlü cinayetin hemen ardından trafik güvenliği konusunu yeterince önemsememiş, saatlerle ilgili düzenleme yapılırken sessiz kalmış, aşırı kar hırsı ile hareket eden taş ocakları sermayesine göz yummuş gelmiş geçmiş her hükümet sessizliğini pişkince korurken “onlar da dikkatli olsalardı”, “biraz da sürücüler dikkat etsin”, “her şeyi da devletten beklemeycen” nidaları yükseliyor. Keza, anayasal bir hak olan denizlere ulaşım hakkını kullanan bireyler karşısında denizi peşkeşleyen sermayedarlara en ufak toz kondurulmayıp aksine onları teşviğe boğarken anayasal hakkını savunan bireylere “iki gurus verin da susun” yaftalamaları yapılıyor.
Dahası, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’na ait okullarda inşaat çökerken, çocuklar okullardan tasfiye edilirken, eğitimlerinden koparılmaları bir yana hayatları ciddi anlamda risk altına konulurken yine gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin özel üniversitelere uyguladığı teşvik, prim vb. “yardımlardan” haberdar oluyoruz. Sığınma evi olmadığı için şiddet gören bir kadını kocasıyla yaşamaya mahkum eden sisteme dur demek için bir girişim yapmayan gelmiş geçmiş hükümetler karşısında “kocasıdır, suyuna gitsin” “her evlilikte olur böyle şeyler” diyen sesleri hatırladınız mı?
Peki, hepimiz aynı gemideyiz sözü size de çok tanıdık geliyor mu? Daha birkaç gün öncesine kadar ultrazenginlere dokunulmazlık tanıyan, ancak halkın emekçi kesimlerinden elini taşın altına koymasını isteyen hükümetin bahsettiği gemi bu gemi.
Şimdi de diyorlar ki “hepimiz suçluyuz”! Şimdi de diyorlar ki “yangın helikopteri mi kurtaracaktı zeytin ağaçlarını?”! Şimdi de diyorlar ki “biraz da insanlar dikkat edecek, pisliğini, çöpünü yere atmayacak”!
Hadi hepimiz sorumsuz ve suçlu bireyler olalım. Ben elimdeki sigarayı söndürmeden doğaya atayım, 3. sınıf bir çocuk çökme ihtimali olan okuluna eğitim hayatını yarıda bırakmamak uğruna devam etsin, inşaat işçileri ölmek pahasına kasksız, iş güvencesiz çalışmaya devam etsin, yolda araba kullanan gençler bir yandan da telefonlarıyla oynasın. Herkes olabildiğince suçlu ve sorumsuz olsun yani. Sonra da dönüp diyelim ki “hepimiz suçluyuz”. Peki, şimdi “hepimiz suçlu” olduk. Sonra ne olacak? Yaşanan felaketler tüm hızıyla devam ediyorsa ne olacak yani? Hepimiz suçluysak, yani hepimiz suç ekseninde eşitlenmişsek suçlu olmayan birilerinin gelip bizi kurtarmasını mı bekleyeceğiz? Yoksa “böyle geldik böyle gideriz” diyerek kaderimize razı mı geleceğiz?
Devlet ise “herkes suçluymuş” diyecek ve bir ülkenin kaderini belirleyen konularda halkı suçlayıp hiçbir yaptırım uygulamayacak, ötesi kendi sorumluluklarını insanlara yıkacak öyle mi? Bizler ise en temel haklarımızın (sağlık, eğitim vb.) bile bize verilmediği bu düzende “hepimiz suçluyuz” diyeceğiz ve sermayedarlara, ultrazenginlere her türlü imkanı sunarken halktan sms ile para dilenip okul, hastahane vs. yapacağını söyleyen bu düzene ortak olacağız ha? Öyle mi?
Asgari ücret düzenlemelerindeki adaletsizlik, özel sektördeki çalışma koşulları, iş cinayetlerinde yaşanan artış, dere yataklarına yapılan inşaatlar, trafikteki ölümlü kazalar, oyulan dağlar, yozlaşan devlet, bozulan eğitim ve sağlık sistemi, yoksullaşma ve işsizlik gibi konularda da mı hepimiz suçluyuz? Tüm bunların sorumlusu belli değil mi? “Hepimiz suçluyuz” psikolojisi ile sorumlulardan hesap soramayacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz!
Hepimiz suçlu değiliz, ancak hepimiz suçluları tanıyoruz:
Suçlu var olan düzen üstünden zenginleşen, var olan düzen üstüne çıkarını kuran herkestir; yanan bir zeytin ağacı ile aynı kaderi paylaşan bir emekçi, bir inşaat işçisi, bir sokak köpeği, bir çocuk veyahut bir kadın değil…
Nehir Özkızan
Bağımsızlık Yolu Partisi Dış İlişkiler Sekreteri