Kıbrıs’ın kuzeyinde ekonomik yaşam ile ilgili temel iki sorun vardır: Birincisi, işgücünün, ülkedeki kaynakların (yani hem beşeri, hem doğal hem de üretken potansiyele sahip kaynakların) ve ülkenin ekonomik potansiyelinin verimsiz kullanımı; ikincisi ise, “işyerindeki adaletsizlik”, yani istihdam edilen işgücünün rezil çalışma ve ücret koşullarında iş yapmaya çalışması.
Eğer sadece “görünen” ile yetinirseniz, ortaya şöyle bir tablo çıkar: Özel sektör patronları ve onun çoğu zaman yancılığını yapan hükümet yetkilileri, yukardaki ilk sorunda sözünü ettiğimiz “verimlilik” meselesini çözmek için adımlar atıyorlar ve “ekonomik kalkınma”ya yardımcı oluyorlar; ama ne yazık ki, bunu yaparken, çalışma koşullarının kötüye gidişini durduramıyorlar, ve hatta daha kötüye gitmesi yönünde ellerinden geleni yapıyorlar. Sendikalar ise, çalışanların durumunu korumaya ve çalışan haklarını toparlamaya çalışıyorlar; ancak ne yazık ki ekonomik verimliliği dert etmiyorlar, ülkenin kaynaklarının daha üretken bir şekilde kullanılması için adım atmıyorlar.
İlk bakışta görünen tablo budur. Tam da bu yüzdendir ki, ortada suni bir kutuplaşma varmış gibi görünür: Sadece ekonominin kalkınmasından yana olan ama sömürünün düzeyini arttıran özel sektör patronları ve ekonomik kalkınmayı dert etmeyen ve sadece çalışanların haklarını düşünen sendikalar… Toplumdaki bireylerin düşünce yapısını etkileyen çoğu söylem de, bu kutuplaşma üzerinden gardını alıp, sözünü söylemektedir.
***
Halbuki ortada böyle bir kutuplaşma yoktur. Özel sektör patronları, kısa-vadeli kâr hedefleri içinde ülkedeki beşeri ve doğal kaynakları ve ülkenin potansiyelini çarçur etmektedirler. Ekonomik protokollerin de merkezi vurgusu olan “özel sektör öncülüğünde kalkınma” lakırdısı, bir yanılsamadan ibarettir. Özel sektör öncülüğünde yürütülen ekonomik süreç, ekonomik kalkınma değil, bir vurgun ve rant ekonomisi çerçevesinde bir avuç zengini daha da zengin etmek ve yine ortaya bir avuç yeni-türedi zenginler çıkarmaktır. Bu çok küçük azınlığın ceplerini dolduran bu vurgun ekonomisinin bedeli ise düşük kaliteli ürün ve hizmet, ekolojik tahribat, ucuz işgücü sömürüsü niyetiyle ülkedeki mevcut işgücü potansiyelini layıkıyla değerlendirememe, ülkenin sahip olduğu potansiyellerin kısa vadeli kâr hedefleri nedeniyle çarçur edilmesi (örneğin, gerek coğrafya gerek iklim gerekse de toplumsal yapısı ve dokusu nedeniyle muazzam bir eko-turizm, sağlık turizmi, tarih turizmi ve pansiyonculuk potansiyeline sahip olan Kıbrıs’ın kuzeyinin, kısa vadeli ve vurgun zihniyetiyle ortaya konulan “büyük otel ve kumarhane turizmi” uğruna heba edilmesi) biçiminde kendini göstermektedir. Uzun lafın kısası, yaygın kanının aksine Kıbrıs’ın kuzeyindeki ekonomik azgelişmişliğin sürmesinin önündeki en büyük engel, plansız bir biçimde ve kısa vadeli kâr dürtüsüyle hareket eden özel sektör sermayesidir. Kıbrıs’ta ekonomik büyümenin yaşandığı ve piyasanın canlandığı istisnai dönemlerse, kalıcı bir büyümeden ziyade, yukarda belirtilen bedellere yol açan ve sadece gelir eşitsizliğini arttıran bir biçimde vuku bulmaktadır.
Sendikaların çalışan haklarını savunduğu ise bir mittir. Kıbrıs’ın kuzeyinde sendikacılık sadece kamu sektöründe yapılmaktadır. Kamu sektöründe çalışan insan sayısı ekonomik protokollerle birlikte %18’lere gerilemiştir. Dahası, bu sadece kayıtlı ekonomi için söz konusu olan bir istatistiktir. Kayıtdışı istihdamın oranının, yapılan bilimsel çalışmalara göre -her ne kadar bu bilimsel çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmese de- %35 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu oranın içinden, gelir durumu ortalamanın üzerinde olmasına rağmen ikinci iş yapan kamu çalışanlarını çıkardığınızda dahi ortada çok ciddi bir yüzdelik kalmaktadır. Yani ülkede, sendikaların haklarını koruyabildiği çalışanların oranı ciddi anlamda düşüktür. Dahası, Göç Yasası sonrası işe giren çalışanların haklarında çok ciddi kesintilere yol açıldığını ve bunun böyle sürüp gitmekte olduğunu, ayrıca kamuya alımların artık büyük çoğunluğunun geçici veya sözleşmeli ve güvecensiz bir biçimde yapıldığını göz önünde bulundurduğumuzda, hakları sendikalar tarafından kaydadeğer manada korunan çalışanların oranı daha da düşmektedir. Yanlış anlaşılmasın, bu paragrafta anlatılmak istenen şey, sendikaların hiçbir işe yaramadığı veya çalışanların haklarını hiç korumadığı değildir elbette; vurgulanmak istenen şey, sendikalı olan veya sendikalı olmanın getirilerinden fiili bir biçimde faydalanabilen çalışan sayısının sanılanın aksine çok çok düşük olduğu ve tam da bu yüzden, “sendikaların çalışanın haklarını koruduğu” ve bu yüzden de “verimliliğe” engel olduğu söyleminin bir yanılsamadan ibaret olduğudur: sendikaların toplumdaki etki alanı, çıkardıkları sese oranla ne yazık ki çok ama çok düşüktür.
***
Yazıyı bir sonuca bağlamak gerekirse; bugün ülkenin hem ekonomik kalkınması, hem de bunun emekçilerin refahını ve huzurunu beraberinde getirerek yapılması bir mesele olmakla birlikte, bu iki unsur için ayrı ayrı çabalamakta olduğu iddia edilen özneler, aslında ortada yokturlar. Bugün özel sektör ekonomisi, ekonomik bir kalkınmadan ziyade, büyük sosyal, ekolojik ve ekonomik bedelleri beraberinde getiren kısa vadeli kârlar peşindeyken, sendikalar ise, gittikçe sayıları azalan bir kesimi kapsayan -ve bazı yönleri de toplumsal fayda taşımayan- bir hak mücadelesine kısılıp kalmış durumdadırlar. Yani bu iki özne üzerinden soyut bir kutuplaşma yaratmak manasızdır.
İhtiyacımız olan şey ise, bir yanda ülkemizin ekonomik kalkınma ihtiyacını inkâr etmeyen, inkâr etmek bir yana, hafife almayan ama böylesine ciddi bir işi de özel sektör sermayesine veya yozlaşmış kamu yöneticilerine ve kurumlarına bırakmayacak; öte yanda ise, emekçilerin haklarını (bir kısmının değil, tamamının) en temel ilke olarak benimseyecek, ama bunu yaparken de “yasaların uygulanması” veya “denetimlerin arttırılması” gibi çok sınırlı söylemlerle yetinmeyen gerçek anlamda fiili uygulamaları hayata geçirecek olan bir iktidardır.
Bu iktidar bugünden yarına yaratılmayacaktır; zira bu iktidar, ne yıllardır siyasetin üzerine bir karabasan gibi çökmüş aynı yüzler ve aynı partilerden kaynaklanacaktır, ne de “toplumu kucaklamak”, “kimseyi üzmemek”, “hem patrona hem işçiye sahip çıkmak” gibi topluma boş hayaller dağıtan yapılardan kaynaklanacaktır.
Yürünmesi gereken bir yol, ve o yolu inatla, ısrarla, kısa vadeli kazanımlar ve çıkarlar için geri adım atmadan yürüyecek insanlara ihtiyaç vardır.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu Üyesi