Bir pazar yazısı daha yazmak için yine masamın başına oturdum. Kafamı toplamam ise her zamanki kadar kolay olmadı.
Genelde bir sorun veya konu seçer, onu sizlerle kendi dilimce paylaşırdım. Fakat bu sefer aklımda birden fazla konu var.
Birbirinden çok farklı gibi görünen konular ve onları birleştiren tek bir şey, yani hallerimiz.
Kolejlerimiz
Belki yaşanan savaşların yıkımından ya da geçmişin imkansızlıklardandır, insanlarımız çocuklarının “eğitimine” aşırı önem verirler.
“Bunda ne var?” diyeceksiniz, açıklayım. Biz Kıbrıslı Türkler üretimden büyük oranda koparılmış bir toplumuz. Bunun hem bir nedeni, hem de bir sonucu olarak meslek öğrenme veya üretimle ilgili işler toplumumuzda aşağı şeyler olarak görülür.
Her aile çocuğunun “eğitimininin” en iyi kolejlerde ve üniversitelerde olmasını ister. Buna aileler arasında var olan, çocuklar üzerinden de şekillenen rekabet eklenince, amaç eğitimden sapar ve çocuklar at yarışına hazırlanan atlar konumuna getirilir.
Daha ilkokul yıllarında çocuklar dershanelere yazdırılır ve özel derslere gönderilir. Sürekli deneme sınavlarına tabi tuttulur. Bu sınavların sonuçları üzerinden ise aileler, diğer ailelerle yarışır.
Böylece gelişimleri için birlikte oyunlar oynamaları, kolektif bir şeyler üretmeleri gereken çocuklar, bir diğerini rakip olarak görmeye programlanır.
Yani, eğitim yarışı uğruna aileler fark etmeden de olsa çocuklarını feda eder.
İşin daha da kötüsü, bu yönümüzü bizi bu duruma getirenlerin, bizlerden önce fark ediyor.
Türkiye’de binlerce İmam Hatip Lisesi var. Fakat hiç ilahiyat koleji duydunuz mu?
Ailelerin hırslarını ve eğitimdeki kolej aşkını gören gericiler, bu duruma Kıbrıs’ta uyum sağlıyorlar.
İşte size dayatmacı gericiliğin ve bizlerin hırsının sentezi: Hala Sultan İlahiyat Koleji.
“Başınıza dünyayı yıkarız”cılık
Halkımız toplu taşımacılığın olmamasına inat, bir trene bindirilmiş yok oluşa doğru götürülüyor.
İşbirlikçi ve şakşakcı olanlarını bir kenara bırakırsak, bu gidişe dur demesi gereken, halkla beraber mücadeleyi yürütecek örgütlerimizdir.
Bu örgütlerin belirginleşen bir sorunu ise “başınıza dünyayı yıkarız”cılıktır.
Göç Yasası eylemlerini hatırlıyorum. Geleceğini sahiplenen kitleler, meclis önüne gelişi engelleyen barikatları yıkmış, bu arada ise gözaltılar yaşanmıştı.
Orada bulunan örgüt temsilcileri ise bu duruma karşılık, gözaltıların serbest bırarkılması için 15 dakika süre tanımıştı. Aksi halde ise meclise girileceği tehtidinde bulunmuştu.
O 15 geçti ve ardından bir 15 dakika daha süre tanındı. Ve ardından bir 15 daha. Ve ardından ise meclis önü terk edildi.
İşte örgütlerimizin belirginleşen sorunu da bu. Ya yapamayacağı, ya da yapmayacağı şeyleri söylemek.
İlk 15 dakika boyunca alandakilerde bir heyecan, meclistekilerdekilerde ise eminim ki bir tedirginlik vardı. İkinci 15’te bu azaldı ve üçüncü 15’te artık alandakilerde bir hayalkırıklığı, meclistekilerde ise rahatlama vardı.
Toplumda bir mücadele yükselecekse, ilk önce insanların birlikte yürüyeceği örgütlere güvenmeleri gerekmektedir ve insanlar söylediğini yapmayanlara güvenmezler.
Bu durumun son örneği sanırım Toparlanıyoruz oldu.
Toparlanıyoruz, doğru veya yanlış, elektirik meselesi ile ilgili bir “ödememe” kampanyası başlattı. Bu kampanya ile halka, mevcut durum devam ettiği sürece faturalarını ödememe çağrısında bulundu.
Ardından ise geçen sürede ortaya çıktı ki, bu çağrıya Toparlanıyoruz yönetimi dahi uymamış.
Toparlanıyoruz’unku sadece son bir örnek. Bu durumu “o olmazsa genel greve gireceğiz” diyen sendikalarda da, “bu olmazsa meclisten çekileceğiz” diyen partilerde de, “şu olmazsa ortalığı yıkacağız” diyen birliklerde de görmekteyiz.
Bunların her biri de toplumdaki örgütlere olan güvensizliği pekiştirmekte.
Mücadeleyi büyütmek ve içinde bulunduğumuz treni durdurmak için ise tam aksine, yani sözü ve yaptığı bir olan pratiklerin gelişmesine ihtiyacımız var.
DEVAM EDECEK
Mustafa Keleşzade
Baraka Aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.